Thursday 29 December 2011

bölümce 2011'e, biraz erkenden, veda ettik.



Tuncay Abi bir ekol. 
Asistan alacak olsa, ben dahil, nice sosyolog derhal başvurur. 

Friday 9 December 2011

aşure time!

Nasıl özlemişim, bizimkiler koca tencerede kaynatıp da şunları kaplarına koysana? talebinde bulununcaya kadar zamanının geldiğinin farkında bile değildim. Çok da leziz olmuş.

Wednesday 7 December 2011

pet projects

Bu hafta için derslerden izin almıştım, evde yapılacak ve yardım etmem gerekecek tonla şey vardı çünkü... Ama elbette hayat hiç bir zaman planlandığı gibi gitmemek konusunda oldukça istikrarlı olduğundan, hepsi yalan oldu. Gerçi, izin aldığım ve evde kaldığım bir yandan iyi de oldu: Zerrin Sultan tam toparladı galiba, iyileşti artık... derken hooop, yine yeniden ağır yatak döşek modunda hasta çünkü. 

Evde zaman geçirmenin güzel yanlarından biri de, uzun süre fırsatım olsun, kesin yapcam! diye düşündüğünüz, ama heyhat! bir türlü fırsat bulup da yapamadığınız tüm saçma sapan fikirlerinizi hayata geçirme fırsatınız oluyor... Sanki reklam arası veya maç molası gibi bir şey adeta. Ben de bu durumdan faydalandım ve bir yıldan uzun süredir ertelediğim bir ufak projeme el attım. Henüz bitmedi, ama yani, baya baya yaptım gibi... Resimler eklenecek, bir de defteri önüme alıp son rötuşlar eklenecek ve iată-l

Heycan verici Aralık için son detay da tamam!

Bu ay, yıl boyu belki de en hareketli geçen ay oluyor her sene. Başlaması ve bitmesi arasında sanki zaman uçarak geçiyor ve nasıl oluyorsa o süratli zamana hep en çok şey sığıyor gibi geliyor bana. 

Çevremdeki hatrı sayılır miktardaki Aralık doğumlu Yay'lar, okul döneminin bitişinden önceki son düzlük, bu seneye özel olarak Yonca ve Ekin'in nişanı, Hakan'ın bir süreliğine Afrika çöllerine gitmek üzere bizlere veda edişi, keza Deniz ve Hande'nin ABD macerasının başlaması hep bu ay. Bu ay için gerekli tüm hazırlıklarımız, elbette yine Ebru'nun yardımı ile, tamam...Bir de kar yağarsa şu yakınlarda - tadından yenmez! 

Monday 5 December 2011

derin nefes almak...ve bir düş paylaşmak.

Yalnız başına sinemaya gitmeyi tecrübe etmemiş birine, bunun cidden ne kadar iyileştirici etkileri olabildiğini anlatmaya çalışmak saçma, bunu tecrübe etmiş birine anlatmak ise yersiz – dolayısı ile girişeceğim bir işlem değil.

Kötü uyanmıştım ben bu sabah. Sık olmaz pek, ama oldu mu da tam oluyor gerçekten… Gün boyu pimi çekilmiş, patlamaya hazır bir el bombası misali gezindim etrafta. Üzüntülü veya sıkıntılı değildim, en salt ve saf hali ile sinirliydim. Sonunda herkes için daha iyi olacağını düşünerek bir süreliğine yok olmaya karar verdim ve eve en yakın sinemanın yolunu tuttum. Arcadium’daki Cinebonus’u hep sevmişimdir, özellikle biraz erken gelip film başlayıncaya kadar üst katındaki kütüphanenin oraya kurulup zaman öldürmeyi… Gösterimdeki filmler arasında “izlemeye değer” diye düşündüğüm tek filmin bu aralar sinemada izlemek üzere gitmek istediğim 3 filmden biri olması ise tamamen benim şansımdı.

Bu arada, itiraf ediyorum: Sevemedim 3D teknolojisini sinemada… Ve denemediğimden de değil üstelik. Ama yine de, her birkaç ayda bir kendimi bu kez kesin beğeneceksin! diyerek kandırıyor ve üç boyutlu bir filmde buluyorum. Bu seferki şanslı talihli Scorsese’nin Hugo’su oldu.


Francis F Coppola, Martin Scorsese için I think, he is different. If Exxon went to Martin and said, "Martin, we feel you're one of the best artists in the world today and we're going to finance any movie you want to make because we believe that at the end of your life those will be very valuable movies," he would be making very different movies from what he's making now. I think he probably has scripts that he's trying to get someone to enable him to make and then another one comes on and they say, "Look, we have Jack Nicholson and so on and so on. Would you do it?" And of course he says, "Okay." Not that he doesn't like it or they're not good movies, but I think that his heart is maybe in more personal filmmaking. demiş... Biliyormuş da konuşuyormuş demek ki. 

Bu filmi küçük bir çocuk hakkında sanıp, ona göre değerlendirenlere sesleniyorum: Çok şaşarsınız. Konu fragmanlarda gördüğünüz o çocuk değil, o çocuk izleyiciye – seyirciye asıl konunun üzerindeki gizem perdesini kaldırırken deyim yerindeyse yol gösteren, ön ayak olan karakter. Asıl konu Le Voyage Dans La Lune yönetmeni Melies’in hikayesi… Ben Kingsley ne kadar enfes bir aktör oluğunu bir kez daha gösterirken, (Ali G, Borat veya Brüno olarak da tanınıyor olan) Sacha Baron Cohen’i de bu filmde şahsen çok beğendim.  





Ayrıca film bu dönem aldığım ve tekrar tekrar beğenimi ortaya koyduğum Görsel Kültür ve İdeoloji dersine de cuk oturdu. 

Gerçi… İşin aslı, belki de biraz taraflıyım. Belki de filmi bu kadar çok beğenmenin sebebi, tüm bu saydıklarıma ek olarak ve / veya tüm bu saydıklarımdan bağımsız olarak: doğru zamanda bana duymaya en çok ihtiyacım olan mesajı vermesi olmuştur… Düşlerimizi paylaşmamız ve:  

I'd imagine the whole world was one big machine. 
Machines never come with any extra parts, you know. 
They always come with the exact amount they need. 
So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. 
I had to be here for some reason. 

Sunday 4 December 2011

Meryabell


...ben sadece mor kelebek istiyorum... 
diyerek parti temasını kendi belirlemiş olmuş ufaklık. 


Parti oldukça çılgındı... 
özellikle taze ebeveynlerin katılımı ile ortalık iyice neşelendi.




ben de elim boş gitmedim. 
gerçi aslında mor kelebek istemişti ama, 
elimdeki malzeme ancak buna olanak verdi.




Thursday 1 December 2011

hasta olmayacağım!

İnanılmaz bir şey bu. Seslendirmemeye çalışıyorum ama, gerçekten – bazen insan “neden?!” diye sorgulamaktan kendini alamıyor… Bankadaki (özellikle vurgulama gereği duyuyorum: BANKADAKİ!!!) kasamız soyuldu; üzücüydü, ama yani – ne yapabiliriz ki bu konuda?! Sonra bana taklacı güvercin lakabını kazandıran akıllara zarar kaza var, ondan sadece parmağımdaki ufacık bir sıyrıkla çıkmış oluşum bir mucize. Ve şimdi! Ebeveynlerim adeta biyolojik silah olarak kullanılmak üzere tasarlanmış ve yanlışlıkla atmosfere karışarak onlar tarafından solunmuş bir virüsün saldırısına uğramış durumdalar… ve yani - tamamı 2 ay içinde mi oldu?! 


Hadise basit bir üşütme veya hastalanma değil, çok ciddiyim – her ikisi de dramatik bir filmin karelerinden fırlamış gibi. Bir yandan onlara yardımcı olmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum, ama bir yandan da bunu fiziken onlara minimum derecede yaklaşarak yapmaya çalışıyorum - ki bu kendi içinde bazı paradokssal durumlara sebep olmuyor değil. 


Cumartesi sınavım var, o zamana kadar hasta olmamayı başarmam lazım. Kısmet. 

Tuesday 29 November 2011

bugün emo'yum ben...bu da müzikal anlamda hiç bir değer taşımayan bir ergen şarkısı! hadi bakalım.

Utanmam yok herhalde benim. Ar damarımda çatlak var! derdim ama, ar damarımın varlığından oldukça şüpheliyim. Ya da, belki de ben bütün olarak bir büyük ar damarıyım ve o yüzden de utanmam yok – çünkü zaten utanabilmeme sebep olabilecek herhangi bir eylemde bulunmaktan acizim... Bilemiyorum ama sanırım ya İd’ime, ya da Süper Ego’ma ciddi şekilde tutsağım. Ego’m ise beni bu olaya hiç karıştırma! diyerek çekip gitmiş olsa gerek diye düşünüyorum. Her halükarda, eğer bir şeyi düşünmekten utanmıyorsam, onu söylemekten veya yapmaktan utanmak gibi bir huyum yok. Peki neden düşüncelerim söz konusu olduğunda bu kadar liberal olan ben, duygularım söz konusu olduğunda muhafazakarlara bile yok bea, o kadar da diil…! dedirtebilecek bir seviyede sansürel (uydurulmuş kavram: geniş zamanlı olarak, sansür uygulayan kişi anlamında), sayko bir paranoyağa bağlıyorum?

Gören sevgisiz büyüdüm sanacak... Ki yalan! Aleni olarak sevgi şımarığıyım.

Bugün belki PMS sebepli olarak, belki dün gece gördüğüm rüyadan kaynaklı olarak, belki de bir yıl – bir ay – bir gün önce nerdeydim ve ne yapıyordum soruma verdiğim yanıt sebebi ile, oldukça duygusal anlar yaşıyorum. İnsanın hayatında bir yılda neler oluyor?!


,


Ayrıca fark etmekten kendimi alamıyorum, neden hep kafamda soğukkanlı canlılarla özdeşleştirdiğim (yılan, ejderha, kertenkele) andonlara karşı bir zaaf içindeyim, kendi kendime garezim nedir - nedendir?! Japon kültürüne uygun biçimde yetiştirilmiş İngiliz asıllı, siyah kuyruklu piyano çalan doktorum da bu model olmasın - hayallerimin adamına bir eklemede bulunuyorum: soğuk olmasına olsun da, soğukkanlı olmasın.   

Monday 28 November 2011

obezlik bir hayat biçimi.

Erdal Beşikcioğlu'yu da eklemek istiyorum liste*ye.

*Liste derken kast ettiğim: http://zalpaslan.blogspot.com/2011/11/girl-can-dream.html'deki listedir.
Geçtiğimiz yıl Şubat ayında, Ankara dip sahnede, Mojo isimli bir oyun izlemiş, kendimden geçercesine her önüme gelene herhalde önümüzdeki on yıl bundan daha iyi bir oyun izleyemem!!! diye öve öve bitirememiştim. O zamanlar Görkem orda çalışıyordu (mekân kapandı – ki o da başka, acıklı bir durum: hafta içi tiyatro sahnesi, haftasonu performans sahnesi ve bar olan, o denli kocaman ve yüksek tavanlı, Ankara’da başka bir yer varsa da ben bilmiyorum çünkü. ) ve bize biletleri o ayarlamıştı. Sanırım beni ne daha önce, ne de daha sonra o kadar mutlu hiç görmemişti / görmedi… Hani böyle, daha önce hiç görmediğin, varlığını bilmediğin, ama sanki gördüğün anda sana çok silik bir hayalinden tanıdıkmış gibi gelen şeyler olur ya. Böyle, aklının sınırının hemen ötesindedir, ona çok yaklaşmışsındır ama, bir türlü onu düşünememişsindir; beynin tıkanmış, o eşiği bir türlü atlayamamıştır – ama bir başkası başarmıştır oraya varmayı ve sana senin için yolu gösterir, derken sel suları gibi arkasından fikirler akar… Hala hatırlıyorum yaratıcılık çakralarımda gerçekleşen ulvi açılışı, sonraki haftalar hem resim, hem yazı üretimimde hatırı sayılır bir artış olmuştu.

İki hafta önce bizimkilere güzellik yapmak için sabahın köründe, elimde kahve dolu bir termos ve birkaç kitapla tiyatro gişesi önüne kamp kuruşumu anlatmıştım… (bakınız: http://zalpaslan.blogspot.com/2011/11/sanat-askna-gele-gelmek.html) İşin aslı şu ki, bir ömür boyu bizimkilerden (spesifik olmak gerekirse: Zerrin sultan’dan) Genco Erkal’ın oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri’nin ne kadar muhteşem olduğunu dinledim. Ve şimdi, söz konusu bu enfes oyunda başrolü, bir yıldan fazla bir süredir hakkında muhteşemdi! diye anlata anlata bitiremediğim Mojo’nun genel sanat yönetmenliğini de yapmış olan, Erdal Beşikcioğlu (all hail to Behzat Ç) oynuyor olunca, çekilesi çilelerine değeceğine inanıyordum… Evet, gayet de değerdi.


Çıkışta, önce deftere birkaç satır yazdım, sonra da biletimi imzalatmak için beklemeye başladım. Bir sürü insan, servisi kaçıracağını ve vasıta konusunda baya sıkıntılı bir yerde olduklarını bile bile bu tercihi yaptı aslında. Erdal Beşikcioğlu bu konuda çok tatlı davrandı! İsteyen herkese imzasını verdi, isteyen herkesle resim çektirdi, hiç de suratsızlık yapmadı – gayet de tatlı ayaküstü muhabbet çevirdi. Komik bir anı: O sırada hayli duygusal olan Zerrin sultan, dolu gözlerle Genco Erkan’ı da izlemiş bir insan olduğunu belirterek, büyük bir iltifatta bulundu kendisine ve cevaben de bir kucaklama ile bir öpücük kaptı. Hemen yanımızdaki teyze Ben de izledim Genco’yu! Beni de öpün!!! dediği sırada yarıldım ben. Ama işte o kadar tatlıydı ki bu konuda, o teyzemi de öptü.
Defteri oyunlardan önce okuduğunu söyleyince, blogun adresini yazdım hemen sayfamın sonuna – bilsin adam: bana ilham veriyorsun Erdal Beşikcioğlu! Merleau-Ponty seni tanımalıydı… Dahası, Sartre yaptıklarını görebilseydi, bakılanın ille bakanın hâkimiyeti altına girmek zorunda olmadığını bilerek, daha mutlu bir ömür sürebilirdi. Tiyatro izleme deneyimini ikidir benim için eşsiz kılıyorsun, teşekkür ediyorum.


Ayrıca, DT’nin herkesden gizli enfes sahneleri olması da enteresan. Macunköyde öyle bir yer olduğundan daha önceden haberimin olmayışı için üzgünüm, ama hava biraz düzelsin, orası en az bir fotosafari hak ediyor.

Saturday 19 November 2011

Madlove Boutique'a niyet, kime kısmet.

Doktor 72 saat biraz sakin dur, bak bakalım başın ağrıyor mu, miden bulanıyor mu, ya da böyle dayanılmaz sancılar tutuyor mu? Eğer böyle bir şey hissedersen, anında gel! dedi… Bu nedenle karantinaya alındım Zerrin Sultan tarafından. Kendisini son bir kaç günde ne kadar korkuttuğumu ve üzdüğümü göz önüne alarak, oldukça itaatkar bir biçimde teslim oldum kaderime. Şükür gelen giden, arayan soran bol - zaman hızla geçiyor. Bir de uzuuun uzun uyuyorum. Kalan zamanda ise son hevesimin şeyini çıkarmakla meşgulüm. 



Aslında, bu resimler bugünden değil; kazadan bir kaç saat önce, Melis diye bir arkadaşımın Madlove isimli boutique'inin açılışına süpriz olarak hazırladığım seriden... Melis onları hiç görmedi, ama gelen gidenler hep afiyetle yiyorlar.
^_^  


Ayrıca, bakınız: 

Friday 18 November 2011

Kaza

Dün ölümle tanıştım ben, ilk kez. Çok haz etmemiş olsa gerek benden diye düşünüyorum, fazla durmak istemedi yanımda… Üstelik giderken de almadı beni yanına. Bizimkisi daha çok bir ayaküstü merhaba şeklinde gerçekleşti. 

Sabahın erken bir saatinde, düz bir yolda, oldukça mütevazı bir süratle ilerliyordum babamın emeklilik oyuncağı ile. Uyuzumdur ben; arabaya bindiği anda emniyet kemerini takan, direksiyonu sıkı sıkı kavrayan, her aynayı kontrol etmeye çalışan ve bu yüzden de genellikle sağ şeritte seyir halinde giden o bayan şoförlerdenimdir… Sadece önümdeki yola bakmakla kalmam, önüme çıkma olasılığı olacak her şey konusunda farkındalığımı açık tutmaya çalışırım. Zaten köpekleri de öyle gördüm. Çayyolunu bilen bilir, Atapark’tan döndüm, tam Konut 2’nin oradaki dört yolağzına gelirken, yokuştan aşağı koşarak gelen 3, belki 4 köpek fark ettim. Dümdüz ileri gidip hayvanlardan 1 veya 2’sini ezmek yerine, hafif sola kayarak kaçmayı düşündüm. Ama little did I know bir an oldu ve hemen solumdaki küçük ancak derin çukura bir tekerimin düşmesi ile her şey değişti. O andan sonra olanlardan, tüm gece yağan ve sabah da yağmaya devam eden karla karışık yağmur ile Ankara’nın meşhur ayazının güzel bir kolektif çabası sonucu leziz hale gelmiş olan yol sorumludur. Ben direksiyon hâkimiyetini kaybettim. 

Arabanın kontrolsüz biçimde savruluşu ve peş peşe taklalar atmaya başladığı sırada ölüm, merhaba. dedi kısık ama çok temiz – net bir sesle. 

Hep hayatım film gibi gözlerimin önünden geçti… derler ölümle tanışan ancak yine de bir şekilde sağ kurtulmayı başaranlar diye duyardım. Bana öyle olmadı. Onun yerine, tüm sesler ve görüntüler uzak ve buğulu hale gelirken, sanki çevremi beyazlı mavili bir sis bulutu sardı. Her şey bittiğinde, emniyet kemerimi çözdüm, arabanın kapılarının kilidini açtım, yan koltuktaki çantamı alarak tepetaklak duran arabadan indim. 

Her şeye anı anına tanık olan site güvenlik görevlisi 1 – 2 dakika sonra yanımdaydı. Onun hemen ardından devriye gezen polis ve zabıta ekipleri de. Ben arabadan iner inmez ilk iş ebeveynlerimi arayarak kaza yaptığımı ve yerimi haber vermiştim, onlar da birkaç dakika sonra yanımdaydı. Ahmet Taner Kışlalı Muhtarlığının bahçesinin demirlerini ezmiş, yapının önündeki iki sütundan birini devirmişim – hatırlamıyorum. 

Sonradan, parmağımdaki tek kesikten akıp kurumuş kanı temizlerken, yanımda konuşanların Ceset nerde acaba?! dediklerini duydum. Ölüm, her halde zamansız geldiğine karar vermiş olacaktı ki ceset yoktu… Sadece parmağımdan akan birkaç damla kan ve bir de tanınamaz hale gelmiş arabamız dışında.


Wednesday 16 November 2011

a girl can dream.

Hayallerimde yüksek tavanlı bir kütüphane ile kendi içinde kaotik bir düzene sahip olan bir bahçe ve kocaman pencerelerinden doğal ışığa boğulan bir mutfağın kesiştiği, mekânsal olarak tamamının buram buram Art Nouveau koktuğu bir ortamda Asimov, Brynner, Ende, Faucault, Gaudi, Hundertwasser, Klimt, McQueen, Miyazaki ve Mucha ile birlikte oturuyor, yiyor, içiyor, sohbet ediyoruz... bu arada Dino şarkıları da havada süzülüyor.


Monday 14 November 2011

Sanat Aşkına Gele Gelmek!

Bundan bir ay kadar önce, Bir Delinin Hatıra Defteri’ne bilet almak için Cüneyt Gökçer Sahnesinin gişesine gittim sabah 10:30 gibi… Gişenin 10’da açıldığını bildiğim için, gidip de orayı bomboş bulunca, “oh ne güzel, erkenden geldim – rahat rahat istediğim bileti alırım!” dedim. Gişedeki kız ise bilet almaya geldiğimde bana “akli dengenizden şüphelerim var…” diyen bakışlarla, “bu saatte bilet bulmanız mümkün değil hanımefendi, gişe açıldığı anda kuyruk oluyor burada ve biletler satışa sunulduklarının 5. dakikasında tükenmiş oluyor?!” dedi. 

Meğer, oyun 100 kişilik bir sahnede sergileniyormuş ve biletleri aynı anda, saat 10’da, Ankara’da 8 farklı gişede satışa sunuluyormuş. Tabi, bu durumda her gişeden 10 – 15 bilet satılabiliyormuş, o da tamamen gişedeki görevlinin satış tuşuna ne kadar çabuk basabildiğine bağlı oluyormuş… 10:10’da internet üzerinden satış başladığında, zaten satılacak bilet kalmamış oluyormuş! 

Geçen cumartesi babam olasılıkları yenmek adına, sabah saat 08:00’de (gişe açılışından 2 saat önce) tiyatro kapısına gitmiş. Sıra varmış ve o 5. sıradaymış. O gün, bilet kalmamış babama… 2 gün sonra, pazartesi sabahı, 06:30’da kalktım, termosumu sıcak koyu kahve ile doldurup, bir adet “okumam gereken kitap” ile bir adet de “tamamlamayı ertelediğim, okumak istediğim” kitabı alıp, tiyatronun kapısına 21’i için bilet almak üzere gittim. Sabahın saat 07:00’sinde, sırada 2. oldum. 




Saat 10:00’da gişe açıldığında, benden önceki, ben ve benden sonraki biletlerimizi aldık… Sıradaki diğer tiyatro severler ise hava almış oldular.

Saturday 12 November 2011

Evde de güzel olur bazen Cumartesiler

Uzun zaman sonra ilk kez evde geçirdim bir cumartesiyi...Ebru ile birlikte, bizim mutfak ve camlı oda ekseninde geçen keyifli bir akşam oldu. Boş durmadık elbette, cupcake yaptık bir sürü. 

11/11/11...?!

Noluyorsa, millette bir gaz, bir heycan bu tarih konusunda. Saçma bence. 11 Kasım 2011'de öyle ahım şahım bir durum olduğunu düşünmüyorum... Hadi, 20 Kasım 2011 (20/11/2011) için olsa tüm bu curcuna, çünkü bence nispeten daha enteresan bir tarih, az çok mantığını anlayacağım ama - şu hali ile saçma buldum tüm bu hevesi.

Saturday 5 November 2011

Bayram ^_^

9gag day!

9gagger alert


ideal olanı bunu bastırmak olurdu bir t-shirt'e tabi ama, zamanım olmadı, onun yerine sevgili gri "star wars" t-shirt'üme sığındım...bence oldu.




evet, yine Kıtır.

Friday 4 November 2011

sıkı tutunma zamanı; yine yeniden başlıyor sert rüzgârlar

Her baharda eser bu rüzgârlar ve her seferinde içimdeki bir şeylerimi uzaklara savururlarken, yenilerini de önüme taşırlar... Sancılı oluyor genelde, itiraf ediyorum - ama tatlı bir melankoli her daim gizli hazlarımdan olmuştur. Ankara'ya sahiden en çok yakışan mevsim, mevsimlerin değişimi arasında kalan o karaktersiz zaman sanıyorum. İşin aslı, "beni bu havalar bozdu..." - yeterince irdelersem, zamanımı yeterince doldurabilirsem hayatımdaki boşlukları görmezden gelebileceğime kendimi inandırmaya çalışmak konusunda bitmez tükenmez umudumu bile bu havalara bağlayabiliyorum ki!

Thursday 3 November 2011

hayat...!

O kadar çok işim var ki, yapılması gereken o kadar çok şey var ki ve öylesine dolu bir programa bağlıyım ki... Neden şimdi hasta olmak?! Bugün bütün gün yataydım, yapmam gereken hiç bir şeyi yapamadım, ama benim onları yapamamış olmam bir şey ifade etmiyor, yapılmak zorundalar - yani iptal değiller, sadece ertelendiler...Ve peki ya yarın?! 

Derhal iyileşmeliyim. 

Yarın yapmam gerekenler, bugünkünden farklı olarak, etlenemez işler: bankaya evrak bırakmak, erasmus kaydı için merkez kampüse gitmek vs, o yüzden de DERHAL iyileşmeliyim... 



Bayram öncesi olacak rezillik değildi bu...üfffff!

Tuesday 1 November 2011

aradığını bilmediğin bir şeyi bulmanın müthiş keyfi...bu yazı İpek'e.

Herhangi bir kahve mekanına gidip çay içen bir insanım ben. Mönüde olmamasına rağmen garsonlara "siz böyle kupaya çayı normal koyun, üzerine birazcık süt ekleyip, biraz da tarçın koyun...şekere gerek yok, ama varsa biraz bal koyarsanız çok sevinirim." diye sevimli gülücükler atan, istediğim olduğunda da şeker havuzuna düşmüş çocuklar gibi şen olan bir kişiyim. 


Bugün, aynı Sméagol'ın yüzüğü bulması gibi (150cm boyla elf olacak halim yoktu, elbette hobbit oldum.), ben de şahsi my precious'ımı buldum. Umuyorum ki Gollum'a dönüşmem - ama işin aslı aldığım hazı göz önüne alınca, çok da sorun değil gibi haddinden uzun yaşayıp, fiziksel olarak deforme olup, şizoya bağlamak. O kadar enfes bir çay keşfettim, evet. 

Okuldan çıkıp yürümeye başladım. Bilen bilir, Hacettepe'nin Beytepe Kampüsünden ana yola inen yolu, Ankara'da yürümesi en keyifli yollardandır. Hafif bir eğimi vardır Eskişehir yoluna kadar ve havanın güzel olduğu günlerde yapmayı en sevdiğim şeylerden biri kulağıma müziğimi takıp yürümektir. Bugün öyle güzel gözüküyordu ki hava, başladım yürümeğe. Ama işte Ankara'nın sonbaharı...Açık ve güzel gözükmesi insanın açıkta kalan uzuvlarını bıçak gibi kesecek kadar soğuk olmasına mani değil hiç bir zaman. DONDUM! O yüzden de Eskişehir Yolu yerine Beysukent tarafına çevirdim yolumu. Ordaki Migrosta tanıştım kendisi ile. Rafta yalnızca bir tane kalmıştı, o anda "bu işte bir iş var..." diye düşünmüştüm zaten. İçindekileri okumaya başlayınca, dışardan bakan olduysa, kesin olarak gözlerimin içinin parladığını görebildiğine eminim.

Çay severler, Sturbucks'ta bile Chai Tea Latte içen arkadaşlar, garsonlara sevimlilik yaparak mönü dışı sütlü çay sparişi verenler - korkmayın, artık üzülmeyin! O burda...Doğuş Mistik Chai! (işin aslı netten baktım, bayadır da piyasadaymış da, ben yeni keşfettim.)
^_^



ben gidip bir kupa daha içiciiim...





Eğitim şart, hijyen önemli...ama tutumlu olmak da öyle!

O koskocaman balkabağını oyunca, nefis bir koku eşliğinde bir dünya iç çıktı! Ama yani... Bir kova dolusu mis gibi kokan taze ve tatlı balkabağı napılır?! Önce babam, sonra ben bu soruyu sordum kendime, rüyasına yattım hatta ve uyandığımda cevabı bulmuştum. Annemin pişirdiği ve kabak tatlısı yapmaya hazırladığı kabağın yarısından fazlasını, yer yer demogoji taktikleri kullanarak elinden aldım... Alışkın zaten, "deli benim kız...olur böyle şeyler." motosunu benimsediğinden beri hayat ikimiz için de o kadar kolay hale geldi ki...canım benim.

Dersim yoktu bugün, o yüzden rahattım ve sonradan bir matematik problemi haline gelecek olan planımı uygulamaya başladım: Oyulan kabağın ele geçirdiğim 3/4'ünün 1/2'sini kullanarak 2 tane pumkin pie ( http://www.pickyourown.org/pumpkinpie.php ), kalan 1/2'sini kullanarak ise 23 tane cupcake yaptım - ama frosting veya icing yapmaya hiç uğraşmadım, zaten gerek de yoktu, çünkü o cupcakeler onlarsız da enfes oldu! Tevazu sergilemeyişimin tek sebebi onlara aşık olmuş olmam olabilir. Bu arada annem de kabak tatlısı yaptı... Akşam da yemekte kabak vardı. Ne bereketli çıktı o yemek masası süsü, anlatamam.

Sunday 30 October 2011

halloween - cadılar bayramı...cangoloz?!

Şaşkınım. Daha önce hiç duymamıştım "Cangoloz" diye bir şey. Duyduktan sonra da elbette hemen Google'a koştum. Hayret verici hadise, Google'ın da konuya dair cehaleti oldu! Sanırsam yöresel olsa gerek... Araştırmacı kimliğim yine gösteriyor o meraklı başını - Giresun'lu bir kaç kişi ile görüşmeliyim konu hakkında. Bu arada, anlayabildiğim kadarı ile Cangoloz bir tür "cadı" demek ve Şebinkarahisar'da aynı Halloween gibi adetleri ile senede bir gün olan bir aktiviteymiş. Çocukların kapı kapı gezmesi, kapıyı açanları korkutmaya çalışması ve onlara şeker verilmesi kısımları dahil... Heves ettim, ömrü hayatımda ilk kez kabak oydum bu akşam. Biraz önce bitti. 



"Trick or treat, smell my feet, give me something good to eat - If you don't, I don't care, I'll pulldown your underwear."



Thursday 27 October 2011

An Ode To Diş İpi

Diş ipi,ağız ve diş sağlığı araçlarındandır. Diş fırçasının ulaşamadığı diş ara yüzleri ve sabit protezlerin (köprü diye ifade edilen diş kaplamalarının) gövde kısımlarının dişetine bakan kısımlarının temizlenmesini sağlayan bir araçtır. Dişeti çizgisinin altındaki ve dişler arasındaki yerlerdeki plak yiyecek artıkları diş ipiyle çıkarılabilir. Plak birikimi, diş çürüğüne ve dişeti hastalığına, yol açabileceğinden, dişlerin diş ipiyle düzenli olarak temizlenmesi gerekir. Fırça , macun ile yapılan ve olması gerektiği gibi 2-3 dakika süren bir fırçalamada bile dişlerinizin aralarındaki yüzeyleri tam olarak temizleyemez. Çoğu zaman çürüklerin başlangıç noktası da bu ulaşılması zor, kapalı alanlardır. Sağlıklı bir temizleme için mutlaka fırçalamadan sonra (en az günde 1 kere) diş ipi kullanması gerekir.” 


Sado – Mazo eğilimlerim olduğundan şu geçtiğimiz aya kadar birhaberdim, ama son 4 haftada 1 değil, 2 değil, tam 3 kez dişçime gitmek zorunda kaldıktan ve ellerinde çektiğim ıstıraba rağmen her seferinde gerisin geri kendimi yeniden o dişçi koltuğunda buluşumdan anlıyorum ki: gayet Sado – Mazo bir kişiliğim olsa gerek... Üstelik dişlerim de gayet iyi durumda! En azından şimdilik. 

Hadise şöyle: Dişçimiz, nesillerdir dişlerimize bakan enfes bir adam. Annemin dişeti sorunları vardı ve tedavisini de o yürüttü. Geçtiğimiz ayın başındaki olağan kontrolümde, diş taşı temizliğim yapıldı. Bu ilk kez yapılışı değildi ve doktor prosedüre başlayacağını anons ettiğinde pek mutlu oldum. Daha önce sadece bir kez yapılmıştı ama çok hoşuma gitmişti. Bittikten sonra diş etlerimde tatlı bir kaşıntı kalmış, ağazımın içi adeta ferahlamıştı... Bu kez öyle olmadı. Canım korkunç yandı! Dişçim, irsi olarak, bende de bazı diş eti sıkıntılarının başlamasından korktuğunu haber verdi. Kendisi 10 gün sonraya bir randevu daha ve bu süre içinde her akşam dişipi kullanma ödevi vererek bana veda etti. Zaten tahriş olmuş o diş etlerine her diş ipi deydiğinde gözümü karartan bir acı içinde kıvrandım. O kadarla da bitmiyordu üstelik. Gece yatmadan önce yaşanan her acı dolu seanstan sonra yattığım yerde kıvranmaya devam ediyor, uykuya dalabilsem bile dişlerimi sıkarak uyanıyordum. Bir soraki görüşmemizde ürkek bir ceylan misali oturdum o koltuğa ve yine canım çok yandı! Herhangi bir yorumda bulunmaksızın yine 10 gün sonraya bir randevu ve yine aynı ödevi verdi. Artık alışmıştım sanırım acıya, çünkü başlardaki kadar yanmıyordu canım. Üstelik elim de alıştığından olsa gerek, artık çok daha hızlı yapabiliyordum diş ipi temizliğimi. Geçtiğimiz Pazartesi, yeniden o koltukta bulduğumda kendimi, “eğer bu kez de bir yorumda bulunmazsa, hiçbir işe yaramıyor varsayıp bırakıyorum bu saçmalığı!” diye düşünüyordum. Tebrik etti beni ve Aralık’tan önce bir daha görüşmemize gerek olmadığını söyledi... Ama “sanırım bundan sonra 6 ayda bir değil, 3 ayda bir görüşsek daha iyi olacak Zeynep... Diş ipine devam!” dedi. Diş ipinden nefret ediyorum. Gerçekten, samimi olarak... Ama diş ipi kullanmazsam neler olabileceğinin resimlerine internetten baktıktan sonra anladım ki, onu kullanmazsam dişlerimin geleceği halden daha bile çok nefret ediyorum. Hayatındaki tüm kararlarını “mutlaka istiyorum”lar üzerinden değil de, “kesinlikle istemiyorum”lar üzerinden alan bir insan olarak diş ipi kullanıyorum dolayısıyla. Ama cidden, diş ipinden nefret ediyorum.


şahsen edilemeyen veda

I.Körfez Savaşından kaçarak yurda döndükten sonra, konuşmamdan dolayı değil ancak okuma ve yazma eksiğimi kapatmak amacı ile ebeveynlerim birkaç ay yoğunlaştırılmış Türkçe dersleri almamı uygun gördüler… İşe ne kadar yaradı emin değilim. Derslerin sonunda hala “ö” ve “ü” seslilerini karıştırıyor, “ğ muamması”nı çözemiyor, yerli yersiz kelimelerin sonuna “e” ekleyip ne olduğu sorulduğunda “silent e o!” diyordum. Dahası “Defter ve Kitap”, “Yorgan ve Battaniye”, “Tencere ve Tava” benim aklımda mütemadiyen anlamlarını değiş tokuş ediyorlardı. Hangi dili öğrenmeye çalıştığımdan bağımsız olarak yaşadığım sorun “d”ler ve “b”leri karıştırma durumuma değinmiyorum bile. 

Lise mezuniyetime kadar devam edeceğim okuluma 1991’de, ilkokul 3. Sınıfta başladım. Ama 7 yaşında, 3. Sınıfta olmam okulun ilk gününün sonunda ben dâhil, sınıfımın tamamının aklında soru işaretlerine sebep olmuştu. Dahi değildim. Özel bile değildim. Teneffüslerde bu konuda, cevaplarını benim de bilmediğim, bir sürü soru ile karşılaştım. Daha sonra öğrendim ki, yaşıtlarımın olduğu 2. Sınıflarda yer olmadığı için, ya bir yaş küçüklerim ile 1. Sınıfta ya da bir yaş büyüklerim ile 3. Sınıfta okumam konusunda bir karar vermek durumunda bırakılmış ebeveynlerim – elbette geri çekilmektense ileri atılmama karar verilmiş… Bizimkiler böyledir. Şans bu ya, benim için yer olan tek sınıfın öğretmeni de, okulun var olan ne asabi öğretmenlerinden biriydi. Gerçi, hakkını yiyemem, dışarı ne kadar cadaloz ve asabi görünürse görünsün, o öğretmen kapalı kapılar ardında kendi sınıfına karşı her zaman disiplinli ancak bir yandan da inanılmaz toleranslıydı. 

Bütün bir ay sürdü bu üst sınıf maceram. Bu arada, yoğun talep üzerine 2. Sınıflara yeni bir şube, D şubesi açılmıştı. O bir ayın sonunda, durumdan faydalanılarak hemen yaşıtlarımın arasına yerleştirildim tabi. Yıllar sonra öğrendiğim, okulun o zamanlar öğrencilerini kategorilere ayırarak şubelere yerleştirme politikası olduğu, en basitleştirilmiş hali ile: A şubesine Gryffindor, B şubesine Ravenclaw, C şubesine ise Hufflepuff gözü ile bakabiliriz sanırım. Yeni açılan D şubesi Slytherin değildi – gerçi sık sık o muameleyi gördü sonraki yıllarda. D şubesinin içinde diğer üç şubeye yerleştirilebilecek, ancak yer olmadığı için “geç kaldıkları için arta kalanlar”ın yerleştirildiği karma bir sınıftı. 

İlk tanışmamızı çok net hatırlıyorum Güven Göksel ile. 

Henüz bir ay olmuştu okul başlayalı ve ben çok zorlanıyordum. Diyorum ya, ne dahiydim, ne de özel, sadece koşullar nedeni ile üst sınıftaki ufaklıktım. Okumam diğer çocuklarınkinin çok gerisindeydi, onlar kadar hızlı yazamadığım için teneffüsleri hep defter çekerek geçiriyordum, gururumdan kimseden ne yardım talep edebiliyordum – ne de teklif edilen yardımı kabul edebiliyordum. Henüz sınıf arkadaşlarımın tamamının adlarını bile bilmiyordum! Derken, bir gün nöbetçi öğrenci dersimize gelip, müdürün odasına beklendiğimi söyledi sınıf öğretmenimize. Korktuğumu hatırlıyorum, çünkü geri döndüğümde defterimin eksiklerini tamamlamak için öğle teneffüsüne bile çıkamayacağımı düşünmüştüm. Ama ben o sınıfa hiç dönmedim. 

Müdürün odasına girdiğimde, odanın ortasında kocaman bir kadın duruyordu. Dev gibiydi. Hem enine, hem boyuna. Kıvır kıvır, koyu renk saçları vardı, açık toprak tonlarında bir döpiyesi. Müdürümüz bir sürü şey anlatıyordu, ama ben tek bir kelimesini bile dinlemiyordum. Dev kadına kitlenmiştim. Onu daha önce de gördüğümü biliyordum okul koridorlarında, ama daha önce ona hiç gerçekten bakmamıştım. Sonra dev kadın bana doğru döndü, onu izlediğimi, geldiğimden beri ona baktığımın mutlaka farkındaydı ama sanki hiç öyle bir terbiyesizlik yaptığımı bilmiyormuş gibi cüssesine denk bir gülümseme ile bana doğru eğilerek “Ben Güven Göksel, 2-D sınıfının öğretmeniyim, benimle gelip sınıfımda öğrenci olmak ister misin Zeynep?” dedi. O kadar yumuşacıktı ki sesi ve o kadar yumuşacık kokuyordu ki ve gülümsemesi o kadar yumuşacıktı ki… Karşımdaki yumuşacık dev kadına adeta kalp kalp olmuş gözlerle, transa geçmiş halde bakakalmıştım. Ta ki, jeton düşünceye kadar – o zaman büyü bozuldu. Yanlış bir şey yapmış olmalıydım beni bir sınıf aşağı almayı düşündüklerine göre, öğretmenim mi bunu istemişti, ailem bundan haberdar mıydı, başım belada mıydı, bu bir ceza mıydı?! Sanırım tüm bu sorularım yüzümden okunuyordu, çünkü ben tek bir kelime bile etmeden her ikisi de bunun bir ceza olmadığını, kötü bir şey olmadığını, ayrıca bu kararın tamamen bana bırakılmış olduğunu anlatmaya başladılar. Çok istiyordum “evet” demeyi karşımdaki yumuşacık dev kadına, ama bu sefer de içimi başka bir korku sardı – bu şimdiki öğretmenimi ve sınıf arkadaşlarımı bırakmak demekti ki daha yeni yeni alışıyordum onlara… Hem, bu bir anlamda pes etmek olmaz mıydı, ben biraz zorlandığı için pes eden bir insan mı olacaktım şimdi? 

Sonra Güven Öğretmen, gözleri gözlerimde, yüzünde o kocaman gülümsemesi ile yumuşacık elini uzattı bana. Ve ben, kafamdaki her şeyden bağımsız olarak, elini tuttum. 

Müdürün odasından yeni sınıfıma doğru, yeni sınıf öğretmenim Güven Öğretmenimin elini tutarak arkama bile bakmadan çıkıp gittim. Yolu yarılamışken, koridorun ortasında durdu Güven Öğretmen. Beni istediğinden vazgeçmiş olabileceğini düşünmüştüm bir an, ama o “böyle sıkıcı sıkıcı yürümeyelim, di mi Zeynep?” dedi, elimi daha da sıkı tuttu ve yolun kalanını sekerek gittik. 

Bu yıl, Ekim 26’da aramızdan ayrılan Güven Göksel, gelişimimin en önemlilerinden olan o 4 yıl boyunca, hamurumu belki de en çok yoğuran ellerin sahibiydi. Bugün olduğum kişide azımsanamaz emeği var ve iyisi ile kötüsü ile o, hayatım üzerinde en büyük etkisi olmuş insanlardan biri. 


Huzur içinde yatmanızı diliyorum öğretmenim.

Saturday 22 October 2011

sağır kulaklara ve kör gözlere söz anlatmak

Küçükken evimize misafirler geldiğinde yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri, yetişkinlerin varlığımın farkında olmaksızın dünya meselelerini tartışmalarını dinlemekti... Benimle nerdeyse yaşıt olan kuzenimin bize misafirliğe geldiklerinde yapmayı en çok sevdiği şey, annemin önceden onun için kenara ayırdığı rujları alıp bir el aynası eşliğinde lavobo altına oturup, onları sürüp sürüp silmekti. Ailemizde genel olarak genetik bir tuhaflık olduğu muhakkak, ama entersan olan, bunca yıl sonra geldiğimiz noktada o masterını tamamladı ve önce nişanlı, ardından evli olma arifesinde, ben ise olabildiğine bekarım ve sosyoloji PhD'min peşindeyim. Yani aslında, belki de o kadar çok şey de değişmedi bunca zaman sonunda. 

O günlerde, yani 1980'lerde, yurtdışında yaşayan Türk'ler olarak oldukça sansürsüz düşünme ve düşüncelerini paylaşma özgürlüğüne sahipti çevremi saran tüm yetişkinler, ama aynı zamanda da 1960'ların sonlarını "Üniversite'liler" olarak yaşamış insanlar olduklarından, hepsi de evlatlarını olabildiğince apolitik tutma çabasındaydılar. O yüzden, çocukların yanında konuşmayı pek tercih etmezlerdi siyasi olayları. Ama işte, bazılarımızın dinlemesine mani olamadılar, yalnızken özgürce sormamızı ve sorgulamamızı gururla teşvik ettiler, okudular ve okuttular... Neyse, sonuçta o gizli gizli kulak kabarttığım akşamlarda, gecelerde, kimi zaman sabahın ilk ışıklarında, hep aynı şikayet mutlaka gelirdi gündeme: (abartarak açıklıyorum elbette ama temelde o yaşımda anladığım) "ülkenin aydınlarının, halkı aydınlatmak adına hiç bir çaba harcamayan, ukala ve kendini beğenemiş bir grup vatan haini" olduğuydu. 

Bilgi, düşünce, fikir - gerçekten çok tehlikeliler, bağımlılık yapar ve her seferinde daha yüksek doz alımı arzusu yaratırlar... Tatmin edilemez bir açlığı siz doyurmaya çalıştıkta, imkansız gibi görünse de, giderek artmaya devam eder o açlık. Ve hiç bir zaman doyamayacağınızdan kuşkulanmaktan kendinizi alamazsınız. En azından bana öyle oldu - oluyor - olmaya devam edeceği konusunda çok kuvvetli hislerim var.

Hiç bir şekilde bir "aydın" olduğumu düşündüğüm fikrine kapılmasın kimse, kesinlike o değil bu yazının gittiği yer. En azından ben kendimi öyle görmüyorum. Ama anladığım çok basit ve temel bir şey var. Ülkenin aydınlarının tamamı, halkı aydınlatmak adına hiç bir çaba harcamayan, ukala ve kendini beğenemiş bir grup vatan haini değil. Yalnızca, elinde yetersiz veri olmasına rağmen atıp tutmanın ne kadar saçma olacağını bilincinde olan bu insanların çok azı büyük resmi görme lüksüne sahip olabilmekte, dolayısı ile de "atıp tutmak" yerine izleyerek, kendi aralarında fikir alışverişi yaparak, süreçleri daha net anlayabilmek için uğraşmakta. Kaderin bir cilvesi ile büyük resmi görme lüksüne sahip olanların ise söyleyecekleri veya yazacakları kelimeler popüler olup genel olarak kabul gören veya genel olarak kabul görmesi arzu edilen kamuoyuna uygun düşünceler dışında kalıyorsa, boğazına veya parmaklarına dizilmekte. Bunun sebebi bazen o azru edilen kamuoyu düşüncelerini üretmek için uğraşanlar olabiliyor, bazen ise (yine o arkadaşların da katkısı ile) bizzat aydınlatılmaya çalışanların kendisi oluyor. Kaç kişi, kendi düşüncesi ile örtüşen düşünceler dışındaki düşünceleri pür dikkat dinleyecek sabıra ve olgunluğa sahip? Kaç kişi her hangi bir düzeyde gündemi doğru yorumlamak için "yeterli" olmadığı hissini kabul ederek bir uzmanın sesine kulak veriyor?

Şehitler konusunda o kadar çok şey var ki söyleyebileceğim. Ve o kadar susuyorum ki. Çünkü biliyorum, söylediklerimi karşımdakinin anlayabilmesi için, en azından okuduklarımı okumuş, bildiklerimi biliyor olması gerekiyor. Söylediklerimi samimi olarak dinlemesi ve üzerine kendi tahlil etmesi gerekiyor... Ancak belki tecrübe, belki de öğrenilmiş bir korku bana bunu yapmamda mani ve susuyorum. Ama işte susamıyorum da! Sembol, birey ve kültür çalışan biri olarak en azından belki bir fikir verebilirim diye düşünüyor ve kısa bir okuma önermek istiyorum:


Milli Kimliğin temel özellikleri olarak ortaya konan beş maddeye özellikle dikkat etmeye çalışın ve hatırlayın, varlıkları ile oluşturanlar yoklukları ile de parçalarlar. Bir an sorun kendinize, "biz neresindeyiz bu listenin?" ve sayılanlardan elimizde kalan son maddeyi de kaybetmenin arifesinde olduğumuzu gördüğünüzde, belki de yaşadıklarımızın tamamının o maddeye de tik atmak için kurgulanmış, stratejik bir planın parçası olabileceği ihtimaline bir anlığına kafa yorun. Önümüzdeki kısacık zamanda nasıl da bütün yaşananların ordunun suçuymuş gibi lanse edileceğine, dahası (hali hazırda hala dönmemiş olan kaldıysa) bir zamanlar "vatan sağolsun" diyen sosyo ekonomik düzeyi yüksek olan ailelerin nasıl "asker diye ölüme yollanacak oğlum yok benim"e döneceklerine, ondan kısa bir süre sonrada zorunlu askerlik yerine önce gönüllülük esasına dayalı, ardından da paralı askerlik konularının gündeme geleceğine bakın. Ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğu olmaktan çıktığımız bu zaman geldiğinde, Mr Smith'in bahsettiği o beş maddenin tamamını tiklemiş olmanın tatlı huzur ile uyuyabilenler her kimlerse - şu anda o arkadaşlara dönmüş olmalıydı tüm sorular.

Ama tabi, ben ne bilirim ki?!
    

Friday 21 October 2011

Şaşkın ama Şirin Arkadaşlarım var.

Oldukça komik arkadaşlarım var. Beni "Hadi Kıtır'a gidip, Facebook'u bırakışını kutlayalım!" vaadi ile kandırdılar. İşin aslı, fikir benimdi ama pek tutmamıştı, sanırım içlerinde hala bir umut vardı. Onu da gaddarca ezip öldürünce ben, fikir onlar tarafından tekrar masaya getirildi. Biz zaten son 5 yıldır her kutlamaya orda başlıyoruz. Birimizin bir derdi olunca da oraya gidiyoruz. Büyük dedikodular ve Dicle'nin adlandırması ile "karılar meclisi toplantıları" için de...Biz spordan çıkınca bile oraya gidiyoruz. Hatta bir ara, Şaylan'ın alkolü bırakışını periodik olarak her hafta kutluyorduk orda. 

Neyse, evet biz densizce Kıtır'a gidiyoruz yerli yersiz zaman ve durumlarda, bunu açıklığa kavuşturarak devam etmek istiyorum hikayeme. Ben yemi yuttum. Sazan olduğumdan, "Enfes fikir!" diye atladım. Kıtır'a gitmeden önce, Şaylan'larda buluşacaktık. Meğer bu bir tuzakmış. Arkadaşlarımın planı, beni sarhoş edip cebren, hile, gerekirse şiddet, en son çare de demogoji politikaları ile kararımdan caydırmakmış. Baya ciddi giriştiler önce, böyle nispet taktikleri hazırlamışlar kahkahalarla karşıladığım, afralar tafralar, trip atmalar...Sonra kanda artan alkol yardımı ile unuttular planlarını. Çok şirin benim arkadaşlarım...Biraz şaşkınız ama, baya şiriniz. 

Thursday 20 October 2011

ve facebook'a veda ettim.



tuhaf bir his olduğunu itiraf etmeliyim...şaka maka, baya uzun süredir, azımsanamayacak ölçüde, hayatımın resmen bir parçası olmuştu. 

ama tabi


çok da fifi.

Tuesday 18 October 2011

Canı Gönülden İnanışlar - 1

Ben Korsan'a tarafım. 
Hep öyle oldum.
Büyük olasılıkla, hep de öyle olacağım.

Yeri gelmişken açıkça belirtmeliyim: Konu hakkındaki "Telif Hakları" tartışmalarını da şımarık çocukların ağlaşmaları saçmalığından öte bulmuyorum. Bence, bir sanatçı, gerçekten bir sanatçı ise, veya bir bilim insanı, gerçekten bir bilim insanı ise, birincil amacı maddesel kar amacı gütmek olduğu için girişmez giriştiği sancılı bu üretim sürecine. Birincil amacı, içinde tutamadığı, taşan his veya bilgiyi kendi içinden dışarı çıkarma arzusudur. Onun gerçekte çıkardıklarını paylaşabildiği başkaları olup olmadığını umursadığını bile sanmıyorum: konuya "Varsa ne ala, yoksa alamıyor oluşları onların kaybı..." diye bakıyor olmasını beklerim, veya sinirlenmesini, veya üzülmesini...Ama üretimine yine de devam etmesini.  Günümüzde koşullar gereği elbette bu paylaşımdan maddesel bir dönüş beklentisi olacaktır - aksini iddia edecek değilim, ancak söylemeye çalıştığım söz konusu bu beklentinin onun önceliği olmadığıdır. Öyleyse, bu fiyatlar nedir?! Emeğe saygım sonsuz, ancak cebimdeki paranın söz konusu bu saygımı göstermemin tek yolu olduğu fikrini kabul etmiyorum. Sen yap çok güzel şeyler, inanılmaz faydalı bilgiler koy ortaya, ama benim alım gücüm yetmesin onlara ve sen de kına yak sonra "ne güzel de yaptım ama halbüki, neden kimse bilmiyor?!" diye. Kimin için üretiliyor o sanat, o biligi? Fiyatlara bakılırsa, harçlıkla geçinen öğrenciler için değil. 

Korsan'a tarafım ben. 

Para kazanılarak zengin olunacaksa sanat veya bilim üzerinden, bu onun ilk paylaşımı üzerinden olmamalı. Maaliyet bedelini al, ama sonra biraz düşünceli davran kar payını eklerken. Bırak uygun fiyatlara dinlesin insanlar, şarkılarının melodisini, sözlerini içselleştirsin, sonra sen sahne performansına koy nispeten yüksek bir bedel, seni canlı kanlı görmek, performansını izlemek bir ayrıcalık olsun ille istediğin buysa. Ya da yeni bir bilgi kattıysan literatüre, biraz sağduyulu davranarak bir bedel belirle emeğine karşılık, bırak ona erişebilelim ki kim bilir belki de bu sayede daha da ileri götürebilelim - sonuçta bilim alanında kaydedilen her türlü ilerleme bir noktada hepimiz için önemli sonuçlara sebep olabilir. Resminin orjinalinin değeri konusunda bir şey söyleyemem, ama eğer beni derinden etkilemişse, bir kopyasını duvarıma asmak isteyecek kadar derinlerime dokunmuşsa, bunun için bana ödeteceğin bedel konusunda biraz düşünceli ol. Filmlerden bahsetmiyorum bile. Tiyatro biletlerinin (yaşasın devlet tiyatroları!) en az iki, bazen üç katına kadar çıkıyor fiyatlar...ayıp. 

Evet, ben Korsan'a tarafım. 

Hep öyle oldum.
Eğer bu şekilde devam edecekse durum, büyük olasılıkla hep de öyle olacağım.



Monday 17 October 2011

merhaba!

ben Zeynep Alpaslan. 
başka bir değişle nepnep® 

yani:




facebook hesabımı kapatmamın arifesinde bu blog'u açıyorum. beni tanıyan insanların bir kısmı bu davranışıma anlam veremediklerini açık bir biçimde belirtti, bazıları gereksiz biçimde yüksek sesle suratıma haykırdı, annem (kıyamam, şaşkın) dolu gözlerle sebeplerimi sorguladı, hatta çok yakın bir arkadaşım sanırım tehdit etmiş olabilir beni...neticede, haklarını vermek lazım, cevap alamamaksızın "neden?!" sorusunu sordu büyük çoğunluğu. şu ana kadar anlatmak için herhangi bir çaba harcamadığım o gizemli sebepe gelince: tamamen keyif amacı güderek katılımda bulunduğum herhangi bir oluşum, amacını aşarak bende keyif yerine yersiz biçimde strese sebep olur hale gelirse (ki geldi), hatta üstüne üstlük bir de üzülmeme sebep olursa (ağladım! gerçi konu ben olduğumda bu çok ciddi bir kriter değil pek tabi, "çıplak silah"ta ağlamam bu konuda herhangi biçimde referans noktası olma olasılığımı ciddi şekilde bitirdi...), hiç tereddüt etmeden arkamı döner ve giderim. işte tam da bu nedenle aynen öyle yapıyorum. 

hayat, genel olarak olmasa da, şu ara benim açımdan, insanlar onu daha da karmaşık hale getirmek için uğraşmadıklarında bile hayli karışık...ihtiyacım olan son şey, aynı anda bu kadar çok ve farklı ipte at koştururken, insanların yapacak daha iyi bir şey bulamadıkları için, tamamen kendi kendilerine uydurup genel geçer gerçeklik olarak kabul ettikleri sanal etik ve ahlak kurallarına uymayışım konusunda beni eleştirilmek için pusuya yatmaları. evet, görüldüğü üzre burda ufak çaplı bir kin kustum. daha ileri gitmeyişime dikkat çekerek, bu vesile ile ne denli enfes bir insan olduğumun altını çizmek istiyorum.  

neyse, sonuçta; ben burda kendim çalıp, kendim oynuyor olacağım. bu konuda Missy Higgins'e atıfta bulunuyorum: Sugarcane.