Sunday 30 October 2011

halloween - cadılar bayramı...cangoloz?!

Şaşkınım. Daha önce hiç duymamıştım "Cangoloz" diye bir şey. Duyduktan sonra da elbette hemen Google'a koştum. Hayret verici hadise, Google'ın da konuya dair cehaleti oldu! Sanırsam yöresel olsa gerek... Araştırmacı kimliğim yine gösteriyor o meraklı başını - Giresun'lu bir kaç kişi ile görüşmeliyim konu hakkında. Bu arada, anlayabildiğim kadarı ile Cangoloz bir tür "cadı" demek ve Şebinkarahisar'da aynı Halloween gibi adetleri ile senede bir gün olan bir aktiviteymiş. Çocukların kapı kapı gezmesi, kapıyı açanları korkutmaya çalışması ve onlara şeker verilmesi kısımları dahil... Heves ettim, ömrü hayatımda ilk kez kabak oydum bu akşam. Biraz önce bitti. 



"Trick or treat, smell my feet, give me something good to eat - If you don't, I don't care, I'll pulldown your underwear."



Thursday 27 October 2011

An Ode To Diş İpi

Diş ipi,ağız ve diş sağlığı araçlarındandır. Diş fırçasının ulaşamadığı diş ara yüzleri ve sabit protezlerin (köprü diye ifade edilen diş kaplamalarının) gövde kısımlarının dişetine bakan kısımlarının temizlenmesini sağlayan bir araçtır. Dişeti çizgisinin altındaki ve dişler arasındaki yerlerdeki plak yiyecek artıkları diş ipiyle çıkarılabilir. Plak birikimi, diş çürüğüne ve dişeti hastalığına, yol açabileceğinden, dişlerin diş ipiyle düzenli olarak temizlenmesi gerekir. Fırça , macun ile yapılan ve olması gerektiği gibi 2-3 dakika süren bir fırçalamada bile dişlerinizin aralarındaki yüzeyleri tam olarak temizleyemez. Çoğu zaman çürüklerin başlangıç noktası da bu ulaşılması zor, kapalı alanlardır. Sağlıklı bir temizleme için mutlaka fırçalamadan sonra (en az günde 1 kere) diş ipi kullanması gerekir.” 


Sado – Mazo eğilimlerim olduğundan şu geçtiğimiz aya kadar birhaberdim, ama son 4 haftada 1 değil, 2 değil, tam 3 kez dişçime gitmek zorunda kaldıktan ve ellerinde çektiğim ıstıraba rağmen her seferinde gerisin geri kendimi yeniden o dişçi koltuğunda buluşumdan anlıyorum ki: gayet Sado – Mazo bir kişiliğim olsa gerek... Üstelik dişlerim de gayet iyi durumda! En azından şimdilik. 

Hadise şöyle: Dişçimiz, nesillerdir dişlerimize bakan enfes bir adam. Annemin dişeti sorunları vardı ve tedavisini de o yürüttü. Geçtiğimiz ayın başındaki olağan kontrolümde, diş taşı temizliğim yapıldı. Bu ilk kez yapılışı değildi ve doktor prosedüre başlayacağını anons ettiğinde pek mutlu oldum. Daha önce sadece bir kez yapılmıştı ama çok hoşuma gitmişti. Bittikten sonra diş etlerimde tatlı bir kaşıntı kalmış, ağazımın içi adeta ferahlamıştı... Bu kez öyle olmadı. Canım korkunç yandı! Dişçim, irsi olarak, bende de bazı diş eti sıkıntılarının başlamasından korktuğunu haber verdi. Kendisi 10 gün sonraya bir randevu daha ve bu süre içinde her akşam dişipi kullanma ödevi vererek bana veda etti. Zaten tahriş olmuş o diş etlerine her diş ipi deydiğinde gözümü karartan bir acı içinde kıvrandım. O kadarla da bitmiyordu üstelik. Gece yatmadan önce yaşanan her acı dolu seanstan sonra yattığım yerde kıvranmaya devam ediyor, uykuya dalabilsem bile dişlerimi sıkarak uyanıyordum. Bir soraki görüşmemizde ürkek bir ceylan misali oturdum o koltuğa ve yine canım çok yandı! Herhangi bir yorumda bulunmaksızın yine 10 gün sonraya bir randevu ve yine aynı ödevi verdi. Artık alışmıştım sanırım acıya, çünkü başlardaki kadar yanmıyordu canım. Üstelik elim de alıştığından olsa gerek, artık çok daha hızlı yapabiliyordum diş ipi temizliğimi. Geçtiğimiz Pazartesi, yeniden o koltukta bulduğumda kendimi, “eğer bu kez de bir yorumda bulunmazsa, hiçbir işe yaramıyor varsayıp bırakıyorum bu saçmalığı!” diye düşünüyordum. Tebrik etti beni ve Aralık’tan önce bir daha görüşmemize gerek olmadığını söyledi... Ama “sanırım bundan sonra 6 ayda bir değil, 3 ayda bir görüşsek daha iyi olacak Zeynep... Diş ipine devam!” dedi. Diş ipinden nefret ediyorum. Gerçekten, samimi olarak... Ama diş ipi kullanmazsam neler olabileceğinin resimlerine internetten baktıktan sonra anladım ki, onu kullanmazsam dişlerimin geleceği halden daha bile çok nefret ediyorum. Hayatındaki tüm kararlarını “mutlaka istiyorum”lar üzerinden değil de, “kesinlikle istemiyorum”lar üzerinden alan bir insan olarak diş ipi kullanıyorum dolayısıyla. Ama cidden, diş ipinden nefret ediyorum.


şahsen edilemeyen veda

I.Körfez Savaşından kaçarak yurda döndükten sonra, konuşmamdan dolayı değil ancak okuma ve yazma eksiğimi kapatmak amacı ile ebeveynlerim birkaç ay yoğunlaştırılmış Türkçe dersleri almamı uygun gördüler… İşe ne kadar yaradı emin değilim. Derslerin sonunda hala “ö” ve “ü” seslilerini karıştırıyor, “ğ muamması”nı çözemiyor, yerli yersiz kelimelerin sonuna “e” ekleyip ne olduğu sorulduğunda “silent e o!” diyordum. Dahası “Defter ve Kitap”, “Yorgan ve Battaniye”, “Tencere ve Tava” benim aklımda mütemadiyen anlamlarını değiş tokuş ediyorlardı. Hangi dili öğrenmeye çalıştığımdan bağımsız olarak yaşadığım sorun “d”ler ve “b”leri karıştırma durumuma değinmiyorum bile. 

Lise mezuniyetime kadar devam edeceğim okuluma 1991’de, ilkokul 3. Sınıfta başladım. Ama 7 yaşında, 3. Sınıfta olmam okulun ilk gününün sonunda ben dâhil, sınıfımın tamamının aklında soru işaretlerine sebep olmuştu. Dahi değildim. Özel bile değildim. Teneffüslerde bu konuda, cevaplarını benim de bilmediğim, bir sürü soru ile karşılaştım. Daha sonra öğrendim ki, yaşıtlarımın olduğu 2. Sınıflarda yer olmadığı için, ya bir yaş küçüklerim ile 1. Sınıfta ya da bir yaş büyüklerim ile 3. Sınıfta okumam konusunda bir karar vermek durumunda bırakılmış ebeveynlerim – elbette geri çekilmektense ileri atılmama karar verilmiş… Bizimkiler böyledir. Şans bu ya, benim için yer olan tek sınıfın öğretmeni de, okulun var olan ne asabi öğretmenlerinden biriydi. Gerçi, hakkını yiyemem, dışarı ne kadar cadaloz ve asabi görünürse görünsün, o öğretmen kapalı kapılar ardında kendi sınıfına karşı her zaman disiplinli ancak bir yandan da inanılmaz toleranslıydı. 

Bütün bir ay sürdü bu üst sınıf maceram. Bu arada, yoğun talep üzerine 2. Sınıflara yeni bir şube, D şubesi açılmıştı. O bir ayın sonunda, durumdan faydalanılarak hemen yaşıtlarımın arasına yerleştirildim tabi. Yıllar sonra öğrendiğim, okulun o zamanlar öğrencilerini kategorilere ayırarak şubelere yerleştirme politikası olduğu, en basitleştirilmiş hali ile: A şubesine Gryffindor, B şubesine Ravenclaw, C şubesine ise Hufflepuff gözü ile bakabiliriz sanırım. Yeni açılan D şubesi Slytherin değildi – gerçi sık sık o muameleyi gördü sonraki yıllarda. D şubesinin içinde diğer üç şubeye yerleştirilebilecek, ancak yer olmadığı için “geç kaldıkları için arta kalanlar”ın yerleştirildiği karma bir sınıftı. 

İlk tanışmamızı çok net hatırlıyorum Güven Göksel ile. 

Henüz bir ay olmuştu okul başlayalı ve ben çok zorlanıyordum. Diyorum ya, ne dahiydim, ne de özel, sadece koşullar nedeni ile üst sınıftaki ufaklıktım. Okumam diğer çocuklarınkinin çok gerisindeydi, onlar kadar hızlı yazamadığım için teneffüsleri hep defter çekerek geçiriyordum, gururumdan kimseden ne yardım talep edebiliyordum – ne de teklif edilen yardımı kabul edebiliyordum. Henüz sınıf arkadaşlarımın tamamının adlarını bile bilmiyordum! Derken, bir gün nöbetçi öğrenci dersimize gelip, müdürün odasına beklendiğimi söyledi sınıf öğretmenimize. Korktuğumu hatırlıyorum, çünkü geri döndüğümde defterimin eksiklerini tamamlamak için öğle teneffüsüne bile çıkamayacağımı düşünmüştüm. Ama ben o sınıfa hiç dönmedim. 

Müdürün odasına girdiğimde, odanın ortasında kocaman bir kadın duruyordu. Dev gibiydi. Hem enine, hem boyuna. Kıvır kıvır, koyu renk saçları vardı, açık toprak tonlarında bir döpiyesi. Müdürümüz bir sürü şey anlatıyordu, ama ben tek bir kelimesini bile dinlemiyordum. Dev kadına kitlenmiştim. Onu daha önce de gördüğümü biliyordum okul koridorlarında, ama daha önce ona hiç gerçekten bakmamıştım. Sonra dev kadın bana doğru döndü, onu izlediğimi, geldiğimden beri ona baktığımın mutlaka farkındaydı ama sanki hiç öyle bir terbiyesizlik yaptığımı bilmiyormuş gibi cüssesine denk bir gülümseme ile bana doğru eğilerek “Ben Güven Göksel, 2-D sınıfının öğretmeniyim, benimle gelip sınıfımda öğrenci olmak ister misin Zeynep?” dedi. O kadar yumuşacıktı ki sesi ve o kadar yumuşacık kokuyordu ki ve gülümsemesi o kadar yumuşacıktı ki… Karşımdaki yumuşacık dev kadına adeta kalp kalp olmuş gözlerle, transa geçmiş halde bakakalmıştım. Ta ki, jeton düşünceye kadar – o zaman büyü bozuldu. Yanlış bir şey yapmış olmalıydım beni bir sınıf aşağı almayı düşündüklerine göre, öğretmenim mi bunu istemişti, ailem bundan haberdar mıydı, başım belada mıydı, bu bir ceza mıydı?! Sanırım tüm bu sorularım yüzümden okunuyordu, çünkü ben tek bir kelime bile etmeden her ikisi de bunun bir ceza olmadığını, kötü bir şey olmadığını, ayrıca bu kararın tamamen bana bırakılmış olduğunu anlatmaya başladılar. Çok istiyordum “evet” demeyi karşımdaki yumuşacık dev kadına, ama bu sefer de içimi başka bir korku sardı – bu şimdiki öğretmenimi ve sınıf arkadaşlarımı bırakmak demekti ki daha yeni yeni alışıyordum onlara… Hem, bu bir anlamda pes etmek olmaz mıydı, ben biraz zorlandığı için pes eden bir insan mı olacaktım şimdi? 

Sonra Güven Öğretmen, gözleri gözlerimde, yüzünde o kocaman gülümsemesi ile yumuşacık elini uzattı bana. Ve ben, kafamdaki her şeyden bağımsız olarak, elini tuttum. 

Müdürün odasından yeni sınıfıma doğru, yeni sınıf öğretmenim Güven Öğretmenimin elini tutarak arkama bile bakmadan çıkıp gittim. Yolu yarılamışken, koridorun ortasında durdu Güven Öğretmen. Beni istediğinden vazgeçmiş olabileceğini düşünmüştüm bir an, ama o “böyle sıkıcı sıkıcı yürümeyelim, di mi Zeynep?” dedi, elimi daha da sıkı tuttu ve yolun kalanını sekerek gittik. 

Bu yıl, Ekim 26’da aramızdan ayrılan Güven Göksel, gelişimimin en önemlilerinden olan o 4 yıl boyunca, hamurumu belki de en çok yoğuran ellerin sahibiydi. Bugün olduğum kişide azımsanamaz emeği var ve iyisi ile kötüsü ile o, hayatım üzerinde en büyük etkisi olmuş insanlardan biri. 


Huzur içinde yatmanızı diliyorum öğretmenim.

Saturday 22 October 2011

sağır kulaklara ve kör gözlere söz anlatmak

Küçükken evimize misafirler geldiğinde yapmayı en çok sevdiğim şeylerden biri, yetişkinlerin varlığımın farkında olmaksızın dünya meselelerini tartışmalarını dinlemekti... Benimle nerdeyse yaşıt olan kuzenimin bize misafirliğe geldiklerinde yapmayı en çok sevdiği şey, annemin önceden onun için kenara ayırdığı rujları alıp bir el aynası eşliğinde lavobo altına oturup, onları sürüp sürüp silmekti. Ailemizde genel olarak genetik bir tuhaflık olduğu muhakkak, ama entersan olan, bunca yıl sonra geldiğimiz noktada o masterını tamamladı ve önce nişanlı, ardından evli olma arifesinde, ben ise olabildiğine bekarım ve sosyoloji PhD'min peşindeyim. Yani aslında, belki de o kadar çok şey de değişmedi bunca zaman sonunda. 

O günlerde, yani 1980'lerde, yurtdışında yaşayan Türk'ler olarak oldukça sansürsüz düşünme ve düşüncelerini paylaşma özgürlüğüne sahipti çevremi saran tüm yetişkinler, ama aynı zamanda da 1960'ların sonlarını "Üniversite'liler" olarak yaşamış insanlar olduklarından, hepsi de evlatlarını olabildiğince apolitik tutma çabasındaydılar. O yüzden, çocukların yanında konuşmayı pek tercih etmezlerdi siyasi olayları. Ama işte, bazılarımızın dinlemesine mani olamadılar, yalnızken özgürce sormamızı ve sorgulamamızı gururla teşvik ettiler, okudular ve okuttular... Neyse, sonuçta o gizli gizli kulak kabarttığım akşamlarda, gecelerde, kimi zaman sabahın ilk ışıklarında, hep aynı şikayet mutlaka gelirdi gündeme: (abartarak açıklıyorum elbette ama temelde o yaşımda anladığım) "ülkenin aydınlarının, halkı aydınlatmak adına hiç bir çaba harcamayan, ukala ve kendini beğenemiş bir grup vatan haini" olduğuydu. 

Bilgi, düşünce, fikir - gerçekten çok tehlikeliler, bağımlılık yapar ve her seferinde daha yüksek doz alımı arzusu yaratırlar... Tatmin edilemez bir açlığı siz doyurmaya çalıştıkta, imkansız gibi görünse de, giderek artmaya devam eder o açlık. Ve hiç bir zaman doyamayacağınızdan kuşkulanmaktan kendinizi alamazsınız. En azından bana öyle oldu - oluyor - olmaya devam edeceği konusunda çok kuvvetli hislerim var.

Hiç bir şekilde bir "aydın" olduğumu düşündüğüm fikrine kapılmasın kimse, kesinlike o değil bu yazının gittiği yer. En azından ben kendimi öyle görmüyorum. Ama anladığım çok basit ve temel bir şey var. Ülkenin aydınlarının tamamı, halkı aydınlatmak adına hiç bir çaba harcamayan, ukala ve kendini beğenemiş bir grup vatan haini değil. Yalnızca, elinde yetersiz veri olmasına rağmen atıp tutmanın ne kadar saçma olacağını bilincinde olan bu insanların çok azı büyük resmi görme lüksüne sahip olabilmekte, dolayısı ile de "atıp tutmak" yerine izleyerek, kendi aralarında fikir alışverişi yaparak, süreçleri daha net anlayabilmek için uğraşmakta. Kaderin bir cilvesi ile büyük resmi görme lüksüne sahip olanların ise söyleyecekleri veya yazacakları kelimeler popüler olup genel olarak kabul gören veya genel olarak kabul görmesi arzu edilen kamuoyuna uygun düşünceler dışında kalıyorsa, boğazına veya parmaklarına dizilmekte. Bunun sebebi bazen o azru edilen kamuoyu düşüncelerini üretmek için uğraşanlar olabiliyor, bazen ise (yine o arkadaşların da katkısı ile) bizzat aydınlatılmaya çalışanların kendisi oluyor. Kaç kişi, kendi düşüncesi ile örtüşen düşünceler dışındaki düşünceleri pür dikkat dinleyecek sabıra ve olgunluğa sahip? Kaç kişi her hangi bir düzeyde gündemi doğru yorumlamak için "yeterli" olmadığı hissini kabul ederek bir uzmanın sesine kulak veriyor?

Şehitler konusunda o kadar çok şey var ki söyleyebileceğim. Ve o kadar susuyorum ki. Çünkü biliyorum, söylediklerimi karşımdakinin anlayabilmesi için, en azından okuduklarımı okumuş, bildiklerimi biliyor olması gerekiyor. Söylediklerimi samimi olarak dinlemesi ve üzerine kendi tahlil etmesi gerekiyor... Ancak belki tecrübe, belki de öğrenilmiş bir korku bana bunu yapmamda mani ve susuyorum. Ama işte susamıyorum da! Sembol, birey ve kültür çalışan biri olarak en azından belki bir fikir verebilirim diye düşünüyor ve kısa bir okuma önermek istiyorum:


Milli Kimliğin temel özellikleri olarak ortaya konan beş maddeye özellikle dikkat etmeye çalışın ve hatırlayın, varlıkları ile oluşturanlar yoklukları ile de parçalarlar. Bir an sorun kendinize, "biz neresindeyiz bu listenin?" ve sayılanlardan elimizde kalan son maddeyi de kaybetmenin arifesinde olduğumuzu gördüğünüzde, belki de yaşadıklarımızın tamamının o maddeye de tik atmak için kurgulanmış, stratejik bir planın parçası olabileceği ihtimaline bir anlığına kafa yorun. Önümüzdeki kısacık zamanda nasıl da bütün yaşananların ordunun suçuymuş gibi lanse edileceğine, dahası (hali hazırda hala dönmemiş olan kaldıysa) bir zamanlar "vatan sağolsun" diyen sosyo ekonomik düzeyi yüksek olan ailelerin nasıl "asker diye ölüme yollanacak oğlum yok benim"e döneceklerine, ondan kısa bir süre sonrada zorunlu askerlik yerine önce gönüllülük esasına dayalı, ardından da paralı askerlik konularının gündeme geleceğine bakın. Ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğu olmaktan çıktığımız bu zaman geldiğinde, Mr Smith'in bahsettiği o beş maddenin tamamını tiklemiş olmanın tatlı huzur ile uyuyabilenler her kimlerse - şu anda o arkadaşlara dönmüş olmalıydı tüm sorular.

Ama tabi, ben ne bilirim ki?!
    

Friday 21 October 2011

Şaşkın ama Şirin Arkadaşlarım var.

Oldukça komik arkadaşlarım var. Beni "Hadi Kıtır'a gidip, Facebook'u bırakışını kutlayalım!" vaadi ile kandırdılar. İşin aslı, fikir benimdi ama pek tutmamıştı, sanırım içlerinde hala bir umut vardı. Onu da gaddarca ezip öldürünce ben, fikir onlar tarafından tekrar masaya getirildi. Biz zaten son 5 yıldır her kutlamaya orda başlıyoruz. Birimizin bir derdi olunca da oraya gidiyoruz. Büyük dedikodular ve Dicle'nin adlandırması ile "karılar meclisi toplantıları" için de...Biz spordan çıkınca bile oraya gidiyoruz. Hatta bir ara, Şaylan'ın alkolü bırakışını periodik olarak her hafta kutluyorduk orda. 

Neyse, evet biz densizce Kıtır'a gidiyoruz yerli yersiz zaman ve durumlarda, bunu açıklığa kavuşturarak devam etmek istiyorum hikayeme. Ben yemi yuttum. Sazan olduğumdan, "Enfes fikir!" diye atladım. Kıtır'a gitmeden önce, Şaylan'larda buluşacaktık. Meğer bu bir tuzakmış. Arkadaşlarımın planı, beni sarhoş edip cebren, hile, gerekirse şiddet, en son çare de demogoji politikaları ile kararımdan caydırmakmış. Baya ciddi giriştiler önce, böyle nispet taktikleri hazırlamışlar kahkahalarla karşıladığım, afralar tafralar, trip atmalar...Sonra kanda artan alkol yardımı ile unuttular planlarını. Çok şirin benim arkadaşlarım...Biraz şaşkınız ama, baya şiriniz. 

Thursday 20 October 2011

ve facebook'a veda ettim.



tuhaf bir his olduğunu itiraf etmeliyim...şaka maka, baya uzun süredir, azımsanamayacak ölçüde, hayatımın resmen bir parçası olmuştu. 

ama tabi


çok da fifi.

Tuesday 18 October 2011

Canı Gönülden İnanışlar - 1

Ben Korsan'a tarafım. 
Hep öyle oldum.
Büyük olasılıkla, hep de öyle olacağım.

Yeri gelmişken açıkça belirtmeliyim: Konu hakkındaki "Telif Hakları" tartışmalarını da şımarık çocukların ağlaşmaları saçmalığından öte bulmuyorum. Bence, bir sanatçı, gerçekten bir sanatçı ise, veya bir bilim insanı, gerçekten bir bilim insanı ise, birincil amacı maddesel kar amacı gütmek olduğu için girişmez giriştiği sancılı bu üretim sürecine. Birincil amacı, içinde tutamadığı, taşan his veya bilgiyi kendi içinden dışarı çıkarma arzusudur. Onun gerçekte çıkardıklarını paylaşabildiği başkaları olup olmadığını umursadığını bile sanmıyorum: konuya "Varsa ne ala, yoksa alamıyor oluşları onların kaybı..." diye bakıyor olmasını beklerim, veya sinirlenmesini, veya üzülmesini...Ama üretimine yine de devam etmesini.  Günümüzde koşullar gereği elbette bu paylaşımdan maddesel bir dönüş beklentisi olacaktır - aksini iddia edecek değilim, ancak söylemeye çalıştığım söz konusu bu beklentinin onun önceliği olmadığıdır. Öyleyse, bu fiyatlar nedir?! Emeğe saygım sonsuz, ancak cebimdeki paranın söz konusu bu saygımı göstermemin tek yolu olduğu fikrini kabul etmiyorum. Sen yap çok güzel şeyler, inanılmaz faydalı bilgiler koy ortaya, ama benim alım gücüm yetmesin onlara ve sen de kına yak sonra "ne güzel de yaptım ama halbüki, neden kimse bilmiyor?!" diye. Kimin için üretiliyor o sanat, o biligi? Fiyatlara bakılırsa, harçlıkla geçinen öğrenciler için değil. 

Korsan'a tarafım ben. 

Para kazanılarak zengin olunacaksa sanat veya bilim üzerinden, bu onun ilk paylaşımı üzerinden olmamalı. Maaliyet bedelini al, ama sonra biraz düşünceli davran kar payını eklerken. Bırak uygun fiyatlara dinlesin insanlar, şarkılarının melodisini, sözlerini içselleştirsin, sonra sen sahne performansına koy nispeten yüksek bir bedel, seni canlı kanlı görmek, performansını izlemek bir ayrıcalık olsun ille istediğin buysa. Ya da yeni bir bilgi kattıysan literatüre, biraz sağduyulu davranarak bir bedel belirle emeğine karşılık, bırak ona erişebilelim ki kim bilir belki de bu sayede daha da ileri götürebilelim - sonuçta bilim alanında kaydedilen her türlü ilerleme bir noktada hepimiz için önemli sonuçlara sebep olabilir. Resminin orjinalinin değeri konusunda bir şey söyleyemem, ama eğer beni derinden etkilemişse, bir kopyasını duvarıma asmak isteyecek kadar derinlerime dokunmuşsa, bunun için bana ödeteceğin bedel konusunda biraz düşünceli ol. Filmlerden bahsetmiyorum bile. Tiyatro biletlerinin (yaşasın devlet tiyatroları!) en az iki, bazen üç katına kadar çıkıyor fiyatlar...ayıp. 

Evet, ben Korsan'a tarafım. 

Hep öyle oldum.
Eğer bu şekilde devam edecekse durum, büyük olasılıkla hep de öyle olacağım.



Monday 17 October 2011

merhaba!

ben Zeynep Alpaslan. 
başka bir değişle nepnep® 

yani:




facebook hesabımı kapatmamın arifesinde bu blog'u açıyorum. beni tanıyan insanların bir kısmı bu davranışıma anlam veremediklerini açık bir biçimde belirtti, bazıları gereksiz biçimde yüksek sesle suratıma haykırdı, annem (kıyamam, şaşkın) dolu gözlerle sebeplerimi sorguladı, hatta çok yakın bir arkadaşım sanırım tehdit etmiş olabilir beni...neticede, haklarını vermek lazım, cevap alamamaksızın "neden?!" sorusunu sordu büyük çoğunluğu. şu ana kadar anlatmak için herhangi bir çaba harcamadığım o gizemli sebepe gelince: tamamen keyif amacı güderek katılımda bulunduğum herhangi bir oluşum, amacını aşarak bende keyif yerine yersiz biçimde strese sebep olur hale gelirse (ki geldi), hatta üstüne üstlük bir de üzülmeme sebep olursa (ağladım! gerçi konu ben olduğumda bu çok ciddi bir kriter değil pek tabi, "çıplak silah"ta ağlamam bu konuda herhangi biçimde referans noktası olma olasılığımı ciddi şekilde bitirdi...), hiç tereddüt etmeden arkamı döner ve giderim. işte tam da bu nedenle aynen öyle yapıyorum. 

hayat, genel olarak olmasa da, şu ara benim açımdan, insanlar onu daha da karmaşık hale getirmek için uğraşmadıklarında bile hayli karışık...ihtiyacım olan son şey, aynı anda bu kadar çok ve farklı ipte at koştururken, insanların yapacak daha iyi bir şey bulamadıkları için, tamamen kendi kendilerine uydurup genel geçer gerçeklik olarak kabul ettikleri sanal etik ve ahlak kurallarına uymayışım konusunda beni eleştirilmek için pusuya yatmaları. evet, görüldüğü üzre burda ufak çaplı bir kin kustum. daha ileri gitmeyişime dikkat çekerek, bu vesile ile ne denli enfes bir insan olduğumun altını çizmek istiyorum.  

neyse, sonuçta; ben burda kendim çalıp, kendim oynuyor olacağım. bu konuda Missy Higgins'e atıfta bulunuyorum: Sugarcane.