Tuesday 29 November 2011

bugün emo'yum ben...bu da müzikal anlamda hiç bir değer taşımayan bir ergen şarkısı! hadi bakalım.

Utanmam yok herhalde benim. Ar damarımda çatlak var! derdim ama, ar damarımın varlığından oldukça şüpheliyim. Ya da, belki de ben bütün olarak bir büyük ar damarıyım ve o yüzden de utanmam yok – çünkü zaten utanabilmeme sebep olabilecek herhangi bir eylemde bulunmaktan acizim... Bilemiyorum ama sanırım ya İd’ime, ya da Süper Ego’ma ciddi şekilde tutsağım. Ego’m ise beni bu olaya hiç karıştırma! diyerek çekip gitmiş olsa gerek diye düşünüyorum. Her halükarda, eğer bir şeyi düşünmekten utanmıyorsam, onu söylemekten veya yapmaktan utanmak gibi bir huyum yok. Peki neden düşüncelerim söz konusu olduğunda bu kadar liberal olan ben, duygularım söz konusu olduğunda muhafazakarlara bile yok bea, o kadar da diil…! dedirtebilecek bir seviyede sansürel (uydurulmuş kavram: geniş zamanlı olarak, sansür uygulayan kişi anlamında), sayko bir paranoyağa bağlıyorum?

Gören sevgisiz büyüdüm sanacak... Ki yalan! Aleni olarak sevgi şımarığıyım.

Bugün belki PMS sebepli olarak, belki dün gece gördüğüm rüyadan kaynaklı olarak, belki de bir yıl – bir ay – bir gün önce nerdeydim ve ne yapıyordum soruma verdiğim yanıt sebebi ile, oldukça duygusal anlar yaşıyorum. İnsanın hayatında bir yılda neler oluyor?!


,


Ayrıca fark etmekten kendimi alamıyorum, neden hep kafamda soğukkanlı canlılarla özdeşleştirdiğim (yılan, ejderha, kertenkele) andonlara karşı bir zaaf içindeyim, kendi kendime garezim nedir - nedendir?! Japon kültürüne uygun biçimde yetiştirilmiş İngiliz asıllı, siyah kuyruklu piyano çalan doktorum da bu model olmasın - hayallerimin adamına bir eklemede bulunuyorum: soğuk olmasına olsun da, soğukkanlı olmasın.   

Monday 28 November 2011

obezlik bir hayat biçimi.

Erdal Beşikcioğlu'yu da eklemek istiyorum liste*ye.

*Liste derken kast ettiğim: http://zalpaslan.blogspot.com/2011/11/girl-can-dream.html'deki listedir.
Geçtiğimiz yıl Şubat ayında, Ankara dip sahnede, Mojo isimli bir oyun izlemiş, kendimden geçercesine her önüme gelene herhalde önümüzdeki on yıl bundan daha iyi bir oyun izleyemem!!! diye öve öve bitirememiştim. O zamanlar Görkem orda çalışıyordu (mekân kapandı – ki o da başka, acıklı bir durum: hafta içi tiyatro sahnesi, haftasonu performans sahnesi ve bar olan, o denli kocaman ve yüksek tavanlı, Ankara’da başka bir yer varsa da ben bilmiyorum çünkü. ) ve bize biletleri o ayarlamıştı. Sanırım beni ne daha önce, ne de daha sonra o kadar mutlu hiç görmemişti / görmedi… Hani böyle, daha önce hiç görmediğin, varlığını bilmediğin, ama sanki gördüğün anda sana çok silik bir hayalinden tanıdıkmış gibi gelen şeyler olur ya. Böyle, aklının sınırının hemen ötesindedir, ona çok yaklaşmışsındır ama, bir türlü onu düşünememişsindir; beynin tıkanmış, o eşiği bir türlü atlayamamıştır – ama bir başkası başarmıştır oraya varmayı ve sana senin için yolu gösterir, derken sel suları gibi arkasından fikirler akar… Hala hatırlıyorum yaratıcılık çakralarımda gerçekleşen ulvi açılışı, sonraki haftalar hem resim, hem yazı üretimimde hatırı sayılır bir artış olmuştu.

İki hafta önce bizimkilere güzellik yapmak için sabahın köründe, elimde kahve dolu bir termos ve birkaç kitapla tiyatro gişesi önüne kamp kuruşumu anlatmıştım… (bakınız: http://zalpaslan.blogspot.com/2011/11/sanat-askna-gele-gelmek.html) İşin aslı şu ki, bir ömür boyu bizimkilerden (spesifik olmak gerekirse: Zerrin sultan’dan) Genco Erkal’ın oynadığı Bir Delinin Hatıra Defteri’nin ne kadar muhteşem olduğunu dinledim. Ve şimdi, söz konusu bu enfes oyunda başrolü, bir yıldan fazla bir süredir hakkında muhteşemdi! diye anlata anlata bitiremediğim Mojo’nun genel sanat yönetmenliğini de yapmış olan, Erdal Beşikcioğlu (all hail to Behzat Ç) oynuyor olunca, çekilesi çilelerine değeceğine inanıyordum… Evet, gayet de değerdi.


Çıkışta, önce deftere birkaç satır yazdım, sonra da biletimi imzalatmak için beklemeye başladım. Bir sürü insan, servisi kaçıracağını ve vasıta konusunda baya sıkıntılı bir yerde olduklarını bile bile bu tercihi yaptı aslında. Erdal Beşikcioğlu bu konuda çok tatlı davrandı! İsteyen herkese imzasını verdi, isteyen herkesle resim çektirdi, hiç de suratsızlık yapmadı – gayet de tatlı ayaküstü muhabbet çevirdi. Komik bir anı: O sırada hayli duygusal olan Zerrin sultan, dolu gözlerle Genco Erkan’ı da izlemiş bir insan olduğunu belirterek, büyük bir iltifatta bulundu kendisine ve cevaben de bir kucaklama ile bir öpücük kaptı. Hemen yanımızdaki teyze Ben de izledim Genco’yu! Beni de öpün!!! dediği sırada yarıldım ben. Ama işte o kadar tatlıydı ki bu konuda, o teyzemi de öptü.
Defteri oyunlardan önce okuduğunu söyleyince, blogun adresini yazdım hemen sayfamın sonuna – bilsin adam: bana ilham veriyorsun Erdal Beşikcioğlu! Merleau-Ponty seni tanımalıydı… Dahası, Sartre yaptıklarını görebilseydi, bakılanın ille bakanın hâkimiyeti altına girmek zorunda olmadığını bilerek, daha mutlu bir ömür sürebilirdi. Tiyatro izleme deneyimini ikidir benim için eşsiz kılıyorsun, teşekkür ediyorum.


Ayrıca, DT’nin herkesden gizli enfes sahneleri olması da enteresan. Macunköyde öyle bir yer olduğundan daha önceden haberimin olmayışı için üzgünüm, ama hava biraz düzelsin, orası en az bir fotosafari hak ediyor.

Saturday 19 November 2011

Madlove Boutique'a niyet, kime kısmet.

Doktor 72 saat biraz sakin dur, bak bakalım başın ağrıyor mu, miden bulanıyor mu, ya da böyle dayanılmaz sancılar tutuyor mu? Eğer böyle bir şey hissedersen, anında gel! dedi… Bu nedenle karantinaya alındım Zerrin Sultan tarafından. Kendisini son bir kaç günde ne kadar korkuttuğumu ve üzdüğümü göz önüne alarak, oldukça itaatkar bir biçimde teslim oldum kaderime. Şükür gelen giden, arayan soran bol - zaman hızla geçiyor. Bir de uzuuun uzun uyuyorum. Kalan zamanda ise son hevesimin şeyini çıkarmakla meşgulüm. 



Aslında, bu resimler bugünden değil; kazadan bir kaç saat önce, Melis diye bir arkadaşımın Madlove isimli boutique'inin açılışına süpriz olarak hazırladığım seriden... Melis onları hiç görmedi, ama gelen gidenler hep afiyetle yiyorlar.
^_^  


Ayrıca, bakınız: 

Friday 18 November 2011

Kaza

Dün ölümle tanıştım ben, ilk kez. Çok haz etmemiş olsa gerek benden diye düşünüyorum, fazla durmak istemedi yanımda… Üstelik giderken de almadı beni yanına. Bizimkisi daha çok bir ayaküstü merhaba şeklinde gerçekleşti. 

Sabahın erken bir saatinde, düz bir yolda, oldukça mütevazı bir süratle ilerliyordum babamın emeklilik oyuncağı ile. Uyuzumdur ben; arabaya bindiği anda emniyet kemerini takan, direksiyonu sıkı sıkı kavrayan, her aynayı kontrol etmeye çalışan ve bu yüzden de genellikle sağ şeritte seyir halinde giden o bayan şoförlerdenimdir… Sadece önümdeki yola bakmakla kalmam, önüme çıkma olasılığı olacak her şey konusunda farkındalığımı açık tutmaya çalışırım. Zaten köpekleri de öyle gördüm. Çayyolunu bilen bilir, Atapark’tan döndüm, tam Konut 2’nin oradaki dört yolağzına gelirken, yokuştan aşağı koşarak gelen 3, belki 4 köpek fark ettim. Dümdüz ileri gidip hayvanlardan 1 veya 2’sini ezmek yerine, hafif sola kayarak kaçmayı düşündüm. Ama little did I know bir an oldu ve hemen solumdaki küçük ancak derin çukura bir tekerimin düşmesi ile her şey değişti. O andan sonra olanlardan, tüm gece yağan ve sabah da yağmaya devam eden karla karışık yağmur ile Ankara’nın meşhur ayazının güzel bir kolektif çabası sonucu leziz hale gelmiş olan yol sorumludur. Ben direksiyon hâkimiyetini kaybettim. 

Arabanın kontrolsüz biçimde savruluşu ve peş peşe taklalar atmaya başladığı sırada ölüm, merhaba. dedi kısık ama çok temiz – net bir sesle. 

Hep hayatım film gibi gözlerimin önünden geçti… derler ölümle tanışan ancak yine de bir şekilde sağ kurtulmayı başaranlar diye duyardım. Bana öyle olmadı. Onun yerine, tüm sesler ve görüntüler uzak ve buğulu hale gelirken, sanki çevremi beyazlı mavili bir sis bulutu sardı. Her şey bittiğinde, emniyet kemerimi çözdüm, arabanın kapılarının kilidini açtım, yan koltuktaki çantamı alarak tepetaklak duran arabadan indim. 

Her şeye anı anına tanık olan site güvenlik görevlisi 1 – 2 dakika sonra yanımdaydı. Onun hemen ardından devriye gezen polis ve zabıta ekipleri de. Ben arabadan iner inmez ilk iş ebeveynlerimi arayarak kaza yaptığımı ve yerimi haber vermiştim, onlar da birkaç dakika sonra yanımdaydı. Ahmet Taner Kışlalı Muhtarlığının bahçesinin demirlerini ezmiş, yapının önündeki iki sütundan birini devirmişim – hatırlamıyorum. 

Sonradan, parmağımdaki tek kesikten akıp kurumuş kanı temizlerken, yanımda konuşanların Ceset nerde acaba?! dediklerini duydum. Ölüm, her halde zamansız geldiğine karar vermiş olacaktı ki ceset yoktu… Sadece parmağımdan akan birkaç damla kan ve bir de tanınamaz hale gelmiş arabamız dışında.


Wednesday 16 November 2011

a girl can dream.

Hayallerimde yüksek tavanlı bir kütüphane ile kendi içinde kaotik bir düzene sahip olan bir bahçe ve kocaman pencerelerinden doğal ışığa boğulan bir mutfağın kesiştiği, mekânsal olarak tamamının buram buram Art Nouveau koktuğu bir ortamda Asimov, Brynner, Ende, Faucault, Gaudi, Hundertwasser, Klimt, McQueen, Miyazaki ve Mucha ile birlikte oturuyor, yiyor, içiyor, sohbet ediyoruz... bu arada Dino şarkıları da havada süzülüyor.


Monday 14 November 2011

Sanat Aşkına Gele Gelmek!

Bundan bir ay kadar önce, Bir Delinin Hatıra Defteri’ne bilet almak için Cüneyt Gökçer Sahnesinin gişesine gittim sabah 10:30 gibi… Gişenin 10’da açıldığını bildiğim için, gidip de orayı bomboş bulunca, “oh ne güzel, erkenden geldim – rahat rahat istediğim bileti alırım!” dedim. Gişedeki kız ise bilet almaya geldiğimde bana “akli dengenizden şüphelerim var…” diyen bakışlarla, “bu saatte bilet bulmanız mümkün değil hanımefendi, gişe açıldığı anda kuyruk oluyor burada ve biletler satışa sunulduklarının 5. dakikasında tükenmiş oluyor?!” dedi. 

Meğer, oyun 100 kişilik bir sahnede sergileniyormuş ve biletleri aynı anda, saat 10’da, Ankara’da 8 farklı gişede satışa sunuluyormuş. Tabi, bu durumda her gişeden 10 – 15 bilet satılabiliyormuş, o da tamamen gişedeki görevlinin satış tuşuna ne kadar çabuk basabildiğine bağlı oluyormuş… 10:10’da internet üzerinden satış başladığında, zaten satılacak bilet kalmamış oluyormuş! 

Geçen cumartesi babam olasılıkları yenmek adına, sabah saat 08:00’de (gişe açılışından 2 saat önce) tiyatro kapısına gitmiş. Sıra varmış ve o 5. sıradaymış. O gün, bilet kalmamış babama… 2 gün sonra, pazartesi sabahı, 06:30’da kalktım, termosumu sıcak koyu kahve ile doldurup, bir adet “okumam gereken kitap” ile bir adet de “tamamlamayı ertelediğim, okumak istediğim” kitabı alıp, tiyatronun kapısına 21’i için bilet almak üzere gittim. Sabahın saat 07:00’sinde, sırada 2. oldum. 




Saat 10:00’da gişe açıldığında, benden önceki, ben ve benden sonraki biletlerimizi aldık… Sıradaki diğer tiyatro severler ise hava almış oldular.

Saturday 12 November 2011

Evde de güzel olur bazen Cumartesiler

Uzun zaman sonra ilk kez evde geçirdim bir cumartesiyi...Ebru ile birlikte, bizim mutfak ve camlı oda ekseninde geçen keyifli bir akşam oldu. Boş durmadık elbette, cupcake yaptık bir sürü. 

11/11/11...?!

Noluyorsa, millette bir gaz, bir heycan bu tarih konusunda. Saçma bence. 11 Kasım 2011'de öyle ahım şahım bir durum olduğunu düşünmüyorum... Hadi, 20 Kasım 2011 (20/11/2011) için olsa tüm bu curcuna, çünkü bence nispeten daha enteresan bir tarih, az çok mantığını anlayacağım ama - şu hali ile saçma buldum tüm bu hevesi.

Saturday 5 November 2011

Bayram ^_^

9gag day!

9gagger alert


ideal olanı bunu bastırmak olurdu bir t-shirt'e tabi ama, zamanım olmadı, onun yerine sevgili gri "star wars" t-shirt'üme sığındım...bence oldu.




evet, yine Kıtır.

Friday 4 November 2011

sıkı tutunma zamanı; yine yeniden başlıyor sert rüzgârlar

Her baharda eser bu rüzgârlar ve her seferinde içimdeki bir şeylerimi uzaklara savururlarken, yenilerini de önüme taşırlar... Sancılı oluyor genelde, itiraf ediyorum - ama tatlı bir melankoli her daim gizli hazlarımdan olmuştur. Ankara'ya sahiden en çok yakışan mevsim, mevsimlerin değişimi arasında kalan o karaktersiz zaman sanıyorum. İşin aslı, "beni bu havalar bozdu..." - yeterince irdelersem, zamanımı yeterince doldurabilirsem hayatımdaki boşlukları görmezden gelebileceğime kendimi inandırmaya çalışmak konusunda bitmez tükenmez umudumu bile bu havalara bağlayabiliyorum ki!

Thursday 3 November 2011

hayat...!

O kadar çok işim var ki, yapılması gereken o kadar çok şey var ki ve öylesine dolu bir programa bağlıyım ki... Neden şimdi hasta olmak?! Bugün bütün gün yataydım, yapmam gereken hiç bir şeyi yapamadım, ama benim onları yapamamış olmam bir şey ifade etmiyor, yapılmak zorundalar - yani iptal değiller, sadece ertelendiler...Ve peki ya yarın?! 

Derhal iyileşmeliyim. 

Yarın yapmam gerekenler, bugünkünden farklı olarak, etlenemez işler: bankaya evrak bırakmak, erasmus kaydı için merkez kampüse gitmek vs, o yüzden de DERHAL iyileşmeliyim... 



Bayram öncesi olacak rezillik değildi bu...üfffff!

Tuesday 1 November 2011

aradığını bilmediğin bir şeyi bulmanın müthiş keyfi...bu yazı İpek'e.

Herhangi bir kahve mekanına gidip çay içen bir insanım ben. Mönüde olmamasına rağmen garsonlara "siz böyle kupaya çayı normal koyun, üzerine birazcık süt ekleyip, biraz da tarçın koyun...şekere gerek yok, ama varsa biraz bal koyarsanız çok sevinirim." diye sevimli gülücükler atan, istediğim olduğunda da şeker havuzuna düşmüş çocuklar gibi şen olan bir kişiyim. 


Bugün, aynı Sméagol'ın yüzüğü bulması gibi (150cm boyla elf olacak halim yoktu, elbette hobbit oldum.), ben de şahsi my precious'ımı buldum. Umuyorum ki Gollum'a dönüşmem - ama işin aslı aldığım hazı göz önüne alınca, çok da sorun değil gibi haddinden uzun yaşayıp, fiziksel olarak deforme olup, şizoya bağlamak. O kadar enfes bir çay keşfettim, evet. 

Okuldan çıkıp yürümeye başladım. Bilen bilir, Hacettepe'nin Beytepe Kampüsünden ana yola inen yolu, Ankara'da yürümesi en keyifli yollardandır. Hafif bir eğimi vardır Eskişehir yoluna kadar ve havanın güzel olduğu günlerde yapmayı en sevdiğim şeylerden biri kulağıma müziğimi takıp yürümektir. Bugün öyle güzel gözüküyordu ki hava, başladım yürümeğe. Ama işte Ankara'nın sonbaharı...Açık ve güzel gözükmesi insanın açıkta kalan uzuvlarını bıçak gibi kesecek kadar soğuk olmasına mani değil hiç bir zaman. DONDUM! O yüzden de Eskişehir Yolu yerine Beysukent tarafına çevirdim yolumu. Ordaki Migrosta tanıştım kendisi ile. Rafta yalnızca bir tane kalmıştı, o anda "bu işte bir iş var..." diye düşünmüştüm zaten. İçindekileri okumaya başlayınca, dışardan bakan olduysa, kesin olarak gözlerimin içinin parladığını görebildiğine eminim.

Çay severler, Sturbucks'ta bile Chai Tea Latte içen arkadaşlar, garsonlara sevimlilik yaparak mönü dışı sütlü çay sparişi verenler - korkmayın, artık üzülmeyin! O burda...Doğuş Mistik Chai! (işin aslı netten baktım, bayadır da piyasadaymış da, ben yeni keşfettim.)
^_^



ben gidip bir kupa daha içiciiim...





Eğitim şart, hijyen önemli...ama tutumlu olmak da öyle!

O koskocaman balkabağını oyunca, nefis bir koku eşliğinde bir dünya iç çıktı! Ama yani... Bir kova dolusu mis gibi kokan taze ve tatlı balkabağı napılır?! Önce babam, sonra ben bu soruyu sordum kendime, rüyasına yattım hatta ve uyandığımda cevabı bulmuştum. Annemin pişirdiği ve kabak tatlısı yapmaya hazırladığı kabağın yarısından fazlasını, yer yer demogoji taktikleri kullanarak elinden aldım... Alışkın zaten, "deli benim kız...olur böyle şeyler." motosunu benimsediğinden beri hayat ikimiz için de o kadar kolay hale geldi ki...canım benim.

Dersim yoktu bugün, o yüzden rahattım ve sonradan bir matematik problemi haline gelecek olan planımı uygulamaya başladım: Oyulan kabağın ele geçirdiğim 3/4'ünün 1/2'sini kullanarak 2 tane pumkin pie ( http://www.pickyourown.org/pumpkinpie.php ), kalan 1/2'sini kullanarak ise 23 tane cupcake yaptım - ama frosting veya icing yapmaya hiç uğraşmadım, zaten gerek de yoktu, çünkü o cupcakeler onlarsız da enfes oldu! Tevazu sergilemeyişimin tek sebebi onlara aşık olmuş olmam olabilir. Bu arada annem de kabak tatlısı yaptı... Akşam da yemekte kabak vardı. Ne bereketli çıktı o yemek masası süsü, anlatamam.