Monday 27 May 2013

...akademi için verdiğim ödünler...

İstemiyordum - hiç ama hiç istemedim! Bazen sohbet dönüp dolanıp terkedişime geldiğinde, çevremdekiler öyle hevesle, öyle süratle, öyle farklı dönüş yolları ve taktikleri üretmeye başlıyordu ki; susup hayalgüçlerinin işleyişlerini izlemeyi tercih ediyordum onlara "dönmeyeceğim, dönmek istemiyorum ki..." demektense. Zamanla azalır diye bekliyor insan, ama hayır - bir buçuk yıl gibi bir sürenin sonunda bile hala bu konuda ısrarlı bir manevi baskı olabiliyor. Belki de bu benim çevremdeki insanlar ile ilgilidir, bilemem - ama şunu çok iyi biliyorum; benim için özgürlük, gerçek özgürlük, yalnızca ulaşılmak istediğim zaman ulaşılabilir olmak. 

Ama heyhat hayat. 

Bana kalsa bu dönüş gerçekleşmeyecekti. Ne yazık ki devir, sanal medyanın devri ve ister "köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin", ister "bükemediğin bileği öpeceksin"... veya en olmadı "ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan çekip gidersin" misali bir yaklaşım da benimsenebilir; ama bu yaklaşım benim şu anki seçeneklerim arasında değil. Oysa gönlümden geçen o. 


PhD bitinceye kadar, en azından tezim ile ilgili yaptığım araştırmanın katılımcılar ile doğrudan iletişim gerektiren kısmı bitinceye kadar, ben yine yeniden facebooktayım. 

I resent this so much. 

Sunday 26 May 2013

Emre'den Resimler

Pazar günü. Ankara. Hava güzel... Doğal olarak, Seğmenler. 


Sunday 19 May 2013

ufak bir sorun.

2013'e bu anlamda çok başarılı girdim... Düzenli spor yaptım, yediklerime dikkat ettim - ufak çaplı ve telafi etmeyi başardığım bir kaç küçük bilinçli olarak alınmış kaçamak kararı dışında, her anlamda başarılıydım bu konuda. 

Sonra Deniz ve Hande'nin yanına gittik. Ne biçim yedim. Ne biçim yedik! Sırf yenen şeyler veya miktarlarından da bahsetmiyorum bu arada - ne abuk subuk zamanlarda yedik! Bu kısım da beklenen, bilinçli olarak alınmış bir karardı, o yüzden pişman değilim. 

Beni pişman eden, içimi kemiren döndüğümüz zaman yine yeniden kaldığım yerden başlama kararım... daha doğrusu bu kararımın havada kalmış olması. 


Şükü ki yarın pazartesi, namı diğer 
"evrensel düzeni bir hayata, diyete / rejime ve spora başlama günü"... 
Hemen bu duruma müdahele edeceğim.

Duruma hemen müdahale edişimi dahi yarına erteliyor oluşumun nedenlerini "anlatmak istiyorum" demek isterdim ama, yalan hiç istemiyorum anlatamayacağım şu anda, ama görsel ile açıklayabilirim belki: 


Ayrıca, herkesin 19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramını kutlarım. Zerrin Sultan geçtiğimiz perşembeden beri yatak döşek, ben de yanıbaşındayım - umarım gün toplu bir coşku ile kutlanabilir.  


Friday 17 May 2013

Duyduk Duymadık Demeyin: Russian Blue Damat Aranıyor!

İsim: Sonic
İkame: Ankara - Ümitköy / Çayyolu yakınları
Cinsiyeti: Dişi 
Tür: Safkan Russian Blue
Yaş: 3 (balık burcu ^_^) 
İletişim: alpaslan.zeynep@gmail.com

Kızımız aynı anda hem oyuncu, hem uslu; hem karizmatik, hem şebek; hem zeki, hem de zaman zaman süzme salak; sağlıklı, duygusal, sevgi dolu, inanılmaz güzel... Artık anne olma zamanı da geldi - ilgililere duyrulur. 



Günün birinde kızımıza görücü usulü damat arayacağım hiç aklıma gelmezdi...

Monday 13 May 2013

Beyin bedava!


ALES’e ilk girdiğim zaman, adı bile farkllıydı - LES’ti. Bir de o zamanlar inanılmaz saçma sapan bir sınavdı; sırasını hatırlamıyorum ama ya önce sözeli dağıtıyor, bir süre sonra “tamam – yeter, bitti sözel zamanınız…” diyerek topluyor ve sayısalı dağıtıyorlardı – ya da tam tersi. Her halükarda, kişiye bırakmıyorlardı zaman yönetimini. Çok saçma zamanlardı onlar, çok.

Yıllar içinde LES değişerek ALES’e dönüştü… LES’e bir kez girmiş, ALES’e ise dün itibari ile üçüncü kez girmiş biri olarak belirtmek istiyorum ki; sorular açısından bakıldığında iki sınav arasında fark göremiyorum?!

Sorular açısından bir fark göremesem de, zaman yönetiminin en az bilgi birikimi kadar, hatta belki daha bile önemli olduğunu söyleyebilirim. Benim için bu konu sözel ve mantık soruları açısından pek önem taşımıyor, ancak sayısal kısmı ile ilgili uzuuuun yıllar önce (ilk kez LES’e girmeden önce) geliştirdiğim bir taktik var ki, yıllar içinde tecrübe ile ancak mükemmelleştirmiş olabilirim. Bu taktiğe “Cosmo Taktiği” ismini verdim. Mantığı çok basit aslında:

Cosmo benim için “tuvalet dergisi” dediğimiz türde bir okumalıktır. Tuvalette harcadığım zamana “hayattan kayıp” olarak baktığım için, orda harcadığım zamanı olabildiğince sınırlı tutmaya çalışırım ve bu yüzden de orda ancak hızla okunabilecek şeyler ile ilgilenirim. Cosmo ve türevi dergiler bu tanımlamaya uygun düşüyor benim açımdan. Özellikle bu dergilerde yer alan testleri yapmak ve sonuçlarını okumak. O yüzden de LES’teki ve ALES’lerdeki sayısal kısımlara hep bu dergilerdeki testlere yaklaştığım mantık ile yaklaştım. Mümkünse tüm soruları en az bir kez oku, aralarından hızla yanıtlayabildiklerini hemen yanıtla, biraz zaman alarak yanıtlayabileceğini düşündüklerinin yanına işaret koy ve sona geldiğinde başa dönüp onları da yanıtla, zaman kalırsa “bu ne ki?!” diye düşündüklerine dön ve yapabildiğini yap.

Bu kez de, yine bu taktikle cevapladım soruları. Dolayısı ile bence “iyi geçti!” sınav. Ama tabi sonuçlar gelince “görücez…” gerçekten de iyi mi geçmiş, yoksa ben mi ne yaptıptığım konusunda fikirsizim.

Sınava dair anlatmam gereken asıl şey, sınava giriş ile ilgili olan durum. Sınav kurallarına göre sınava hiçbir şey götüremiyorduk. Hiçbir şey derken, ciddiyim; cüzdan, anahtar, para…hatta kalem bile! Yanımıza almamıza izin verilen şeyler: Nüfus Cüzdanı (veya Pasaport), Sınav Giriş Belgesi ve saydam bir şişede suydu. Sınav yerine oturduğumuzda üzerinde ÖSYM yazan saydam birer kalem kutusu içinde 2 peçete, 3 şeker, 2 kalem, bir silgi ve bir kalemtraş verildi…Şekerlerin “okunmuş” olma ihtimali üzerine konuşup bol bol güldük. AKP’nin sırf bu şekerleri okutmak için işe kadrolu olarak yaşlı teyzeler aldığı fikri oldukça gülünçtü.       


Çok istedim sınavdan sonra birileri yolumu kesip benimle röportaj yapmak istesin… Sırf bunun için ayna önünde “Beyin Bedava!” konuşmamı bile prova etmiştim – ama işte, kısmet değilmiş. 

Saturday 11 May 2013

guilty pleasures.

Düşünmekten utanmadığım hiç bir şeyi söylemekten veya yapmaktan utanmadığımdan olsa gerek, bende bundan pek (işin aslı hiç) yok. Eğer var olan zevklerim arasından bu katagoriye girmeye en yakın duran sorgulanırsa, cevap çok net: Retro

Nasıl fena bir yer orası... Ve belki de sırf bu yüzden, nasıl enfes eğleniliyor orda!

Bir aydır yokum, ondan önce de en son ne zaman dans ettim kim bilir, ama dün bunun intikamını çok ciddi bir biçimde aldım - acısını çıkardım.


Aramızda konuşuyorduk da: Bedenlerimizde zerre alkol veya herhangi bir şekilde bilinç ve algılarımızla oynayan madde olmaksızın yaşadığımız kafalar, belki de gerçekten incelenmesinde fayda olan bir vakadır. 

Tuesday 7 May 2013

05353355158'e veda


Hey gidi hey!

Bana ilk cep telefonumu en yakın arkadaşlarım doğum günü hediyesi olarak Lise 2'deyken almışlardı... Evet, hep çok enfes arkadaşlarım oldu benim - farkındayım. Neyse, o zamanlar ailem henüz cep telefonu sahibi olmak için fazla genç olduğum konusunda hemfikirdi ve o yüzden de ilk hattımı almayı erteleyebildikleri kadar ertelemek için ellerinden geleni yapmışlardı. Şükür ki Lise 3 (o zamanlar Lise Son) öğrencisi olarak gecenin alakasız saatlerine dek Kızılay'da dershanelerde geçtiğinden ömür, mecburen güçlü inançlarını bir kenara itmek ve bana ilk hattımı, 0535 335 51 58'i almak zorunda kaldılar. Sanırım irade yeterince kuvvetli olmazsa, endişe ve merak, prensip ve inancı hep yeniyor sonunda. 

Dile kolay, 13 yıl önceden bahsediyorum burda. 13 yıl...13!!!

Oturup düşündüm bugün, o kadar zaman içinde, hattım hiç değişmedi benim... Geçici süreliğine ikinci bir hattım oldu ve sonra kapandı mesela, ama bu hat hep kenarda durdu, hep vardı. Gerçi, zaman zaman hayatımdan kaçmak istediğim için onu "yoruldu, o da biraz dinlensin..." şeklinde bahane ederek telefonumu kapadığım ve bir süre açmadığım da oldu... Bu konuda çok tepki aldım. Hem de her seferinde.  

Yurda geri dönerken, yanımda yeni bir telefon ile birlikte geldim. Bu benim geçtiğimiz 13 yıl içindeki 6. telefonum oluyor.

O en fena, en ergen zamanlarıma - yani lise yıllarıma denk gelen enfes telefonum Alcatel ONE Touch EASY DB isimli, turkuvaz renkli, semisaydam bir aletti. 

ne mesajlar aldı, ne mesajlar attı...
epi topu iki satır ekranı olan, 
kendine has bir Türkçe'ye sahip, 
kaya kadar sağlam, 
simli oje ile boyanmış bir şaheserdi. 
içinde oyun bile yoktu ama, elimden bırakmadım yıllarca. 
sonra çok sık "pil şok zayıf" der oldu...ve bir gün bir daha şarj olamadı. 

Üniversite yıllarımın ortasında bir yerlerde pes eden Alcatel'imin yerine bir Panasonic GD55 ile gezer oldum her yerde. 

abartmıyorum, avuç içimden küçük bir telefondu...ki hayli küçük ellerim var. 
çok beğenmiştim onu.
rengi kendinden hafif sedefli gibi bir gümüştü ve ekranı en sevdiğim canlı mavilerden biriydi. 
telefon her yere sığabiliyordu!
ancak ilk telefonum kadar darbeye dayanıklı değildi tabi...
bir yaz sonu ona da veda ettim.

O yaz sonunda bir telefona veda ederken, beklenmedik bir telefon elde ettim. Deniz Motorola MPX 200'ünü bana verdi.

ilk baştta onu çok kaba, fazla erkeksi bulmuştum.
itiraf ediyorum, tipini hiç beğenmemiştim. 
kalındı, kapaklıydı, rengi bile koyu lacivertti!
ama kısa zaman sonra, ona dair tüm önyargılarımı kaybettim.
ben bu telefonu çok beğendim. 
hala saklıyorum.
günün birinde, hala dönebilirim ona. 
umrumda bile değil teknoloji meknoloji.
o açık ara, sahip olduğum en muhteşem telefon bu oldu...hala. 

Şarjı dayanmaz, yerli yersiz kapanır hale gelince bu enfes alet, yine yeniden bir belirsizlikte buldum kendimi. Elbette her zamanki gibi, yine yeniden Deniz kurtardı beni. Bu kez bir Sony Ericsson M600i Triband PDA ile çıktı karşıma. 

meh...
gerçi Motorola MPX 200'den sonra bana her şey "meh..."ti.
çok uzun da sürmedi birlikteliğimiz zaten. 
bir kaç ay sonra, benim için "telefon" anlayışını değiştiren "oyuncak" çıktı piyasaya.

İstanbul'daki ilk gecesinde, Bağdat Caddesi'ndeki lansman partisinde tanıştık kendisi ile. VIP'de oturmuş bir yandan içkilerimizi yudumlarken, diğer yandan da Cenk ve Erdem'in alabildiğince saçma sapanlaşmalarına gülüyorduk. O gecenin sonunda eve dönerken elimizde iki kutu vardı, biri siyah biri beyaz. Biri Deniz'in, biri benim. Ben benimkini 5 yıldır kullanıyorum kullanıyordum. Artık yeni bir oyuncağım var.

Bütün bu anlattığım yıllar içinde hayatıma bir sürü insan girdi, bir kısmı çıktı; hepimizin başına bir sürü olay geldi kimi çok güzel, kimi çok kötü - ama sabit olan / kalan tek şey hattım oldu. Ki ironik ama, sabit kalan o hattım, geçtiğimiz seneye kadar sabit bir hat bile değildi - hazırkart'tı! Neyse, sonuçta, hattım beni artık aramda bir bağım olmasını istemediğim bir çok şey ile bağlantıda tutan yegane şey haline geldi ve kötü şeyleri geride bırakmak adına, iyi olanların da bazılarından vazgeçme kararı aldığım andan itibaren yol ilk ona gözüktü. 

Kartımda bile o numara var. Çok zor olacak yeni bir numara benimsemek.