Monday, 5 December 2011

derin nefes almak...ve bir düş paylaşmak.

Yalnız başına sinemaya gitmeyi tecrübe etmemiş birine, bunun cidden ne kadar iyileştirici etkileri olabildiğini anlatmaya çalışmak saçma, bunu tecrübe etmiş birine anlatmak ise yersiz – dolayısı ile girişeceğim bir işlem değil.

Kötü uyanmıştım ben bu sabah. Sık olmaz pek, ama oldu mu da tam oluyor gerçekten… Gün boyu pimi çekilmiş, patlamaya hazır bir el bombası misali gezindim etrafta. Üzüntülü veya sıkıntılı değildim, en salt ve saf hali ile sinirliydim. Sonunda herkes için daha iyi olacağını düşünerek bir süreliğine yok olmaya karar verdim ve eve en yakın sinemanın yolunu tuttum. Arcadium’daki Cinebonus’u hep sevmişimdir, özellikle biraz erken gelip film başlayıncaya kadar üst katındaki kütüphanenin oraya kurulup zaman öldürmeyi… Gösterimdeki filmler arasında “izlemeye değer” diye düşündüğüm tek filmin bu aralar sinemada izlemek üzere gitmek istediğim 3 filmden biri olması ise tamamen benim şansımdı.

Bu arada, itiraf ediyorum: Sevemedim 3D teknolojisini sinemada… Ve denemediğimden de değil üstelik. Ama yine de, her birkaç ayda bir kendimi bu kez kesin beğeneceksin! diyerek kandırıyor ve üç boyutlu bir filmde buluyorum. Bu seferki şanslı talihli Scorsese’nin Hugo’su oldu.


Francis F Coppola, Martin Scorsese için I think, he is different. If Exxon went to Martin and said, "Martin, we feel you're one of the best artists in the world today and we're going to finance any movie you want to make because we believe that at the end of your life those will be very valuable movies," he would be making very different movies from what he's making now. I think he probably has scripts that he's trying to get someone to enable him to make and then another one comes on and they say, "Look, we have Jack Nicholson and so on and so on. Would you do it?" And of course he says, "Okay." Not that he doesn't like it or they're not good movies, but I think that his heart is maybe in more personal filmmaking. demiş... Biliyormuş da konuşuyormuş demek ki. 

Bu filmi küçük bir çocuk hakkında sanıp, ona göre değerlendirenlere sesleniyorum: Çok şaşarsınız. Konu fragmanlarda gördüğünüz o çocuk değil, o çocuk izleyiciye – seyirciye asıl konunun üzerindeki gizem perdesini kaldırırken deyim yerindeyse yol gösteren, ön ayak olan karakter. Asıl konu Le Voyage Dans La Lune yönetmeni Melies’in hikayesi… Ben Kingsley ne kadar enfes bir aktör oluğunu bir kez daha gösterirken, (Ali G, Borat veya Brüno olarak da tanınıyor olan) Sacha Baron Cohen’i de bu filmde şahsen çok beğendim.  





Ayrıca film bu dönem aldığım ve tekrar tekrar beğenimi ortaya koyduğum Görsel Kültür ve İdeoloji dersine de cuk oturdu. 

Gerçi… İşin aslı, belki de biraz taraflıyım. Belki de filmi bu kadar çok beğenmenin sebebi, tüm bu saydıklarıma ek olarak ve / veya tüm bu saydıklarımdan bağımsız olarak: doğru zamanda bana duymaya en çok ihtiyacım olan mesajı vermesi olmuştur… Düşlerimizi paylaşmamız ve:  

I'd imagine the whole world was one big machine. 
Machines never come with any extra parts, you know. 
They always come with the exact amount they need. 
So I figured, if the entire world was one big machine, I couldn't be an extra part. 
I had to be here for some reason. 

No comments:

Post a Comment