Monday 30 April 2012

DR

Sonunda beklenen gün geldi. Tatlı bir heycan vardı giderken elbette, ama sonrasında ufak bir korku da oldu. Kazadan beri herhangi bir aracın direksiyonuna geçmedim ve işin doğrusu, geçtiğim zaman ne hissedeceğimden de emin değildim. Bora'dan eve dönüş yolunda hissettiğim korkumu dışarıya olabildiğince az yansıtmaya çalıştım. Bunda amacım çevremdekileri kandırmak değil, kendimi inandırmaktı daha çok. Gerçi, Eskişehir Yolunda 65'le gidişime şahit olan herkes durumda bir tuhaflık olduğunu mutlaka fark etmiştir diye düşünüyorum...olsun.


Sunday 29 April 2012

CupCake Army

Bu haftasonumu tamamen ERASMUS'a vakfettim...İlk günün sonunda "yarın en iyisi tatlı bir şeyler götürmek" diye düşündüm ve bu da bu vakıf ediş/düşünüş süreci sonucunda ortaya çıkan bir görüntü.



Kırmızı: Rom
Krem: Tarçın-Zencefil
Sarı: Acı Badem
Yeşil: Turunçgil
Mavi: Damla Sakızı
Kahverengi: Çikolata

Thursday 26 April 2012

peh.

6 yıl önce hem Flickr'a, hem de deviantART'a üye olmuştum. Neden bilinmez, o dönem Flickr'ı gayet aktif olarak kullanırken, deviantART'a tek bir resim bile yüklemiyordum. Şimdi de tam tersi bir politika benimsedim - Flickr'daki tüm resimleri sildim, sıfırdan deviantART'a tamamı manuel makine ile çekilmiş resimler yükledim.

Tuesday 24 April 2012

Hayırlı Uğurlu Olsun!

Geçtiğimiz hafta, 23 Nisan sebebi ile verilen resmi tatili fırsat bilen, artık resmen İstanbul'lu olmuş (06 plakalara şaşırmalar fln) Derya ve Seda denizle bölünmüş şehirlerini geride bırakarak yanımıza geldiler...Enteresan bir haftasonu oldu bu. Düşünecek bir çok şey bıraktı ardında. Ama şu sıra, bunun sırası değil benim için. O denli çok şey var ve o kadar az zamanım kaldı ki! Teorisyenler ve teoriler bitecek, ikinci tur geçmem lazım, sonra yöntem var tabi...ERASMUS'tan bahsetmiyorum bile - perşembe emniyete pasaport yenilemeye gittik, henüz kapımızı çalan olmadı. Programa kabul edilmesine edildim de, okula halletmem gereken prosedürel ve bürokratik bir süreç var...Daha yurt başvurumu bile yapamadım. Az zamanda, çok işler başarmamız lazım. Burdaki çoğul durum, Müge'ye atıf - kendisi ile aynı programla, aynı ülkeye, aynı şehire, aynı okula gidiyoruz.



Bu arada, araba konusunda: 

Her şey beklediğimden farklı oldu.

Ben "araba alıyoruz!!!" derken aslında "annem araba alıyor!!!" demek istemiştim, ama meğer "annem bana araba alıyor!!!" demem daha doğru olurmuş... Kısmet bazı şeyler. Ona plakası (DR) ile, doktor diye hitabetmeye karar verdik. 



Oğlumuz Alman asıllı bir sporcu (Polo) olmayabilir ancak, Uzakdoğu asıllı bir müzisyen (Jazz) ve çok cici.     


Friday 20 April 2012

araba

Araba...Arabalar! 12 yaşından beri F1 yarışlarını ve aşağı yukarı benzer zamandan beri Top Gear programını ("Old Top Gear"cilerdendim ben - hipster mode on. ) takip eden biri olarak, bu konudaki ısrarlı cehaletim oldukça ilham verici - insan öğrenmek istemeyince, öğrenmiyor ve ben de bunun kanıtıyım işte! Çok ciddi olarak söylüyorum bunu, bir çok alanda atıp tutsam da, konu arabalar olduğunda hiç bir şey bilmiyorum.

Her neyse, araba konusu bizde taboo bir konu oldu yıllarca. Ayrıntılara girmek istemiyorum, o yüzden kısaca açıklıyorum: babam hanede kendisi dışında birinin mobil olması fikrine oldukça sert tepki vermesi ile ünlüdür...Arabalara dair herhangi bir sohbetin açılışı dahi kendisinin sinirlenmesi ile zaman zaman oldukça sıkıntılı durumların ortaya çıkışına neden olabilmekteydi. Bütün bu hikayenin sonunda ironik olan, kendisinin bu tavrı nedeni ile araç kullanmayı kendisinden öğrenememiş kızının, onun değerli emeklilik oyuncağını acımasızca pert edişi sanırım - ups, my bad. İyice sapıyorum konudan, bu akşam çok yapıyorum bunu. Oysa ki, bu akşamki asıl amacım babamdan bağımsız olarak araba alma kararımızı açıklamak ve ikiye indirdiğimiz seçeneklerimiz olan Volkswagen Polo 1.4 Comfortline DSG ve Honda Jazz 1.4 Joy i-Shift arasında bir karşılaştırma yapmaktı...


Aman, çok saçma bir karşılaştırma olacaktı zaten, Polo her anlamda ve alanda Jazz'a bin basıyor. Ben olsam Polo'yu seçerdim. Ama içimden bir ses Zerrin Sultan'ın ormanda 10 kaplan gücündeki oy hakkını Jazz'dan yana kullanacağını söylüyor. 

Olsun, o da güzel.

Thursday 19 April 2012

PetProject #kimbilir: Sosisli Makarna

Dün Ankara'da kıyamet koptu! İşin aslı, akşam haberlerinden öğrendiğime göre, tüm yurtta kıyametler koptu...Sabah her şey yolundaydı, yeni çipli pasaportlarımız için resim çektirmeye gitmiştik, dışarda birer çay içtik sonra ben resimleri almaya yeniden Arcadium'a gittim. Çıktığımda okula gitmek niyetindeydim ama bir anda her şey değişti. Ankara'da kum olmamasına rağmen, nasıl oldu bilmiyorum ama, alışveriş merkezinden çıktığım anda kendimi adeta Tatooine'da bir kum fırtınasının ortasında buldum...Eve döndüm - aaaaanında evime döndüm ve bu sabah oluncaya kadar parmağımı bile dışarı çıkarmadım. Deli miyim ben?!

Eve dönünce programım altüst oldu elbette. Ben de, programım her altüst olduğunda yaptığım gibi, pet projectlerimden biri ile uğraşarak vakit harcamaya karar verdim. Kabul ediyorum, bu kez yeni veya yaratıcı bir şeye değil, uzun zamandır "denesem ya...?!" dediğim ama bir türlü zahmet edip de zaman ayıramadığım bir projeye el attım. Bir çok insan bunu (ben de öyle yaptım) nette bir yerde görmüştür, kimisi denemiştir - bana yeni kısmet oldu. 


Yalnız bir şey söylemeliyim: ENFES oldu. 
Çok ciddiyim, tevazu gösteremeyeceğim bu konuda, acayip güzel oldu.    



Tuesday 17 April 2012

ben bir S verim, şarkı Pixies'den gelsin: Where is my Mind

Anna meğer Türkiye'de geçirdiği kısıtlı zamanda Uzak Doğulu Turistlere taş çıkarırcasına fotoğraf çekmiş çaktırmadan...Mesela kalede çekilmiş bu resimde ben Oktay'a poz veriyordum. 


Resmi görünce "Aklım nerde beniiiiiiim?!" diyerek histerik biçimde güldüm.

Tuesday 10 April 2012

kendi şehrinde turist olmak

Çok yorgunum. 

Çok.

Yorgun.

Cuma sabahı erkenden kalkıp önce simit-çay kahvaltısı, ardından Resim Heykel, Etnoğrafya ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi, sonra öğlen Kale'de gözleme keyfi, Çıkrıkçılar Yokuşu, Hamam Önü, daha sonra Kızılay, Tunalı...Kovadan boşalırmışcasına yağmur başlamadan hemen önce Kıtır'a sığınmayı, hatta dışarda yer bulmayı başardık. Anna'nın midye dolmayı seveceğini biliyordum ama, kokoreçi bu kadar çok seveceğini tahmin etmemiştim. Sonra Bien'e gittik ve gençlerin bir günlük pilinin bittiği gerçeği ortaya çıktı. Burdan sonrası konusunda makul bir açıklama bulmak zor, ama biz Tunalı'dan nasılsa otobüse yetişiriz düşüncesi ile önce Kızılay'a, sonra son Çayyolu otobüsünü de kaçırdığımızı öğrenince ve araç bulamayınca Bahçelievlere yürüdük. Bir Eryaman otobüsü yolun ortasında durup kapılarını açtı ve şöförü hayretle "Bu saatte ne yapıyorsunuz?! Ankara'daki son otobüs benim, atlayın" dedi. Ümitköy köprüsünün altında inip taksiye bindiğimizde sanırım yorgunluk hepimiz için bambaşka bir boyut kazanmıştı. Cumartesi öğleden önce uyanan olmadı aramızda...Doğal olarak. Güzel bir brunchtan sonra Anıtkabir, Bahçelievler, Nargile, Kebap derken akşam oldu. Pazar günün dişe dokunur tek aksiyonu ise Gümüş Patenler ile Polis Akademisi'nin Buz Hokeyi Şampiyonluk maçına gidişimiz oldu. Bizimkiler kazandı. 


Çok tuhaf, aslında bir buçuk yıl oldu Romanya'da birlikte geçirdiğimiz zamandan bu yana, ama sanki en fazla bir kaç ay önce görüşmüşüz gibi hissetmekten kendimi alamadım. 

Önemli bir karar verdim bu arada: Bir daha Resim Heykel, Etnoğrafya ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Kale, Çıkrıkçılar Yokuşu ve Hamam Önüne gitmek için aradan 10 yıl geçmesini beklemeyeceğim. Nasıl Anıtkabir'e her yıl en az bir kez gidiyorsam, onlar için de zaman ayıracağım...Meğer ne güzel olmuş hepsi!

      

Wednesday 4 April 2012

dünya mutfaklarından denemeler #24: Brezilya'dan Quindim

Geçtiğimiz ay bir Pazar sabahı, herhalde 4 mart olsa gerek, bir tür kahvaltımsı yapmak için bizimkilerle Turta'da buluşacaktık. Arabayı park edince, blokun başındaki, henüz içi tamamlanmamış ama belli ki çok hoş olacak dükkan dikkatimi çekti. Camından içeri baktığımda, şık aynalar ve önlerinde duran tekli sandalyeleri görünce kuaför olduğunu düşündüm. Sonra ortada duran ve içinde genellikle pastaların ya da turtaların sergilendiği cam vitrinlerden görünce şüpheye düştüm, "belki de özel tasarım dükkan mobilyaları satacaklar..." diye düşündüm. Bütün bu süreç herhalde 5 saniye sürdü. Sonra Turta'ya gittim. Çıkarken aynı dükkan yine gözümü aldı ve ben yine vitrinine yapıştım. Bu kez 5 saniyeden uzun süren bir sürecin sonunda cüzdanımdan bir kart çıkarıp arkasına ufak bir not yazdım ve kapısına iliştirdim. 

Bir saat kadar sonra, Deniz Erdoğan ile yaklaşık yarım saat süren bir telefon konuşması yaptım ve yeni açmaya hazırlandığı yeri konusundaki tüm sorularımın cevabını aldım...Açılış zamanı geldiğinde ne yazık ki ben Alanya'daydım ve gidemedim. Ama davet etmek için özellikle aramış olması beni o kadar mutlu etti ki, ben de döndüğümde güzel bir süpriz yaparak onu mutlu etmek istediğime karar verdim. Brezilya konusunda söyledikleri, olabilecek en güzel süprizin bir Brezilya tatlısı hazırlayıp yanına gitmek olduğunu düşündürdü bana. Ve işte Quindim!


Tarife harfiyen uydum, tipi (işte bu benim yaptığım) aynen resimlerde olduğu gibi oldu ve sanırım herşeyi doğru yaptım - ama tadı...Çok yumurtalı. İngilizce adı Egg Pie olan birşeyden aksini bekliyor oluşumun mantıksızlığının ben de farkındayım, ama damak tadıma bu kadar aykırı geleceğini tahmin etmemiştim. Yine de, denemek iyidir. Elbette içime sinmeyen bir şeyi, hele bir süpriz olarak, bir başkasına götürmem söz konusu olamaz. O yüzden, bu ufaklık bizim evden hiç çıkmayacak.  

Yarın akşam Romanya'daki projemde birlikte çalıştığım grup arkadaşlarımdan ikisi (İsveç'ten aslen Finlandiya'lı olan ama şu sıra Almanya'da stajerlik yapan Anna ve İstanbul'dan Oktay) 4 günlüğüne Ankara'ya geliyor. Onlar gittikten sonra bu kez de Brigadeiro denemek niyetindeyim, başarılı olursa, onu alıp giderim, yoksa...Yoksa ne yaparım henüz emin değilim, sırası gelince düşünürüm.

milwaukee'ye.



Duygusal satırlara boğarak maffetmeyeceğim bu post'u, 
ama hayatımdaki en önemli adam o...
Bunu söylemeden publish'e basamayacaktım.

Sunday 1 April 2012

şaka değil - döndüm.

Evet, bugün nihayet evime döndüm. Olanı biteni anlatırım - anlatmam bilemiyorum, ama günün temasına da uygun bir paylaşımım var ki, yapmamazlık edemem. 

Avsallar'daki bir bakkalda cipslerin önünde istemsiz olarak bir kaç saniye kala kaldım. Dondum resmen olduğum yerde. Sanırım gerçekten yaşlıyım artık...Benim zamanımda Cheetos'u hafif serseri kılıklı, ama aynı zamanda delikanlı Chester Cheetah temsil ederdi. Geçen yıllarla markaların kendilerini yenileme ihtiyacını elbette anlıyorum, bu yönde onları temsil eden yüzleri de değiştirmeleri elbette çok doğal...Ama sırf "kedidir kedi..." zihniyeti ile, Chester Cheetah'tan da Hello Kitty'ye geçilmez ki?!