Monday 11 March 2013

Muhteşem bir hava...doymak bilmez bir iştah!


Doğum günümde bana İstanbul’a bir gidiş, bir dönüş ve bir adet MİKA bileti alırken bizimkiler büyük olasılıkla konserden bir hafta önce geleceğimi düşünmemişlerdi. İşin aslı ben de düşünmemiştim. Ama Didem Pazar günü İstanbul’a bir Workshop için gideceği konusunda sızlanmak için telefon edince, bir anlığına zihnimde bir ampül yandı. Niye yalnız gitsindi ki?! Ben de giderdim, o dönerdi, ben kalırdım, sonra o yeniden gelirdi, konserden sonra da beraber dönerdik...dahice.

Cumartesi günü gecenin bir yarısı Derya ve Seda’nın evine gelip de, pizzalar göçürmeye başladığımız an, bu küçük kaçamağın özellikle ocaktan bu yana özen gösterdiğim besin alışkanlığım üzerine olumsuz bir etkisi olacağına emin oldum. O anda olmamış olsaydım bile, ertesi sabah oldum. Didem Workshop’a yetişecek diye hızlı bir kahvaltı etmek niyeti ile evden çıktık ama, yine deliler gibi yedik...çok güzeldi herşey – pişman değilim. Aslında Didem’in işi bitinceye kadar Beyoğlu’nda dolanacak, sonra buluşacak ve kimbilir neler yapacaktık. Ancak elbette planlanan biçimde ilerlemedi hiç bir şey. Ki bu iyi bir şey. Aski halde “Ali Bey” ile tanışamazdık.


Ali bey ile kahvaltı sonrasında bizi Karaköy’e götürecek taksisine bindiğimizde tanıştık. Kendisi Rutkay Aziz diksiyonuna sahip olmanın yanı sıra, oldukça iddialı bir İngilizce bilgisine de sahip. Bunları biliyoruz, çünkü aracına bindikten bir kaç dakika sonra telefonunu hoparlöre alarak bir arkadaşını ardı ve arkadaşından telefonu yanındaki "yabancı"ya vermesini rica etti. Termostat konusunda uzun uzun konuştular... Konuşmanın her anında birbirlerinin İngilizce'lerini anladıkları konusunda şüpheliyim, ama yine de – uzun uzun konuştular. Telefonunu kapadıktan sonra:

Neden bilmiyorum ama ben - Termostatlar konusunda uzman mısınız?
Ali Bey - Hayır, kuyumcuyum.
Ortak tepki - ?!
Ali Bey - Gerçi geçenlerde İsrail’li bir tüccara tekne sattım...

Ve böylece Ali Bey bize Fransız Geçidi İş Merkezine kadar bir sürü hiç bir şeye dair, bildiği her şeyi anlatmaya başladı. Fransız Geçidi İş Merkezini çok sevdim. Fransız Geçidi İş Merkezine bayıldım. Fransız Geçidi İş Merkezinde dükkan açmak istiyorum. Mesela "CakeHane" isimli bir küçük pastane... Sanırım ilk kez Karaköy’e gelmiş oldum bu arada ben. Özellikle Karabatak Cafenin tipini çok beğendim, ama o kadar kalabalıktı ki, yer bulmak imkansızdı. Hava da o kadar enfesti ki – içeri tıkılmak söz konusu bile olamazdı. Dışarda bulduğumuz ilk yere oturduk, yine yedik içtik, derken Seda’nın bir arkadaşı da katıldı bize ve saatlerce devam eden muhabbet başlamış oldu. Didem telefon edip de “ben kaçıcam burdan – yanınıza gelicem!!!” diye haykırıncaya kadar da devam etti bu durum.

Derya ile birlikte Didem’i alıp gelmek üzere yola çıkarken, Seda’lar ve sonradan yanımıza gelen Ebru’lar da yemek yiyebileceğimiz bir yere geçiyorlardı... Dikkat çekmek istiyorum: hep yemek hep yemek hep yemek! Ama nedense tüm bu yemekler için gittiğimiz tüm o yerleri beğeniyor, yediklerime bayılıyorum...acıklı.


Şu noktada süpriz olmayacak biliyorum bu açıklama ama, Akın Balık’a da bayıldım. Servis yavaştı ve yanlıştı yer yer, yemekler de yediklerimin “en iyileri” değildi belki, ama umrumda değildi; ortam, çevremdeki insanlar, önümüzdeki yemekler, hava, sohbet – hepsi o kadar güzeldi ki, hepsini o kadar özlemiştim ki!


İyiki erkenden geldim.

1 comment: