Hiç hoşlaşmıyorum kara üzerinden araçlar ile yapılan (tren
hariç) yolculuklarından. Her şeyden önce, ben bisiklete bile binemem. Ufak bir
kız çocuğu olarak dört tekerden üçe geçmeyi başardım, ancak üçten ikiye
geçemedim. Denemediğimden veya yeterince özendirilmediğimden de değil üstelik! Beceremedim.
Sonra da yenik ancak gururlu bir biçimde uzaklaştım o iki tekerlekli, önünde
küçük bir sepeti olan pembe kabusumdan.
Kara yolculuklarında (yine
tren hariç...trenlere hayranım – vagonda yaşarım) çok sıkılıyorum. Molalardan
da haz etmiyorum, çünkü “yolu uzatmak” fikrinden haz etmiyorum. Ayrıca da türlü nedenden ötürü endişeleniyorum molalarda. Seyir halindeki bir aracın içinde sıkılmamak adına
gerçekleştirebileceğim çoğu eylem ise sonunda midemin bulanmaya başlamasına sebep
oluyor...fenalardayım ben yolda.
İşin aslı, yeni bir şey değil bu. Hatırladım hatırlayalı yol
tutar beni. Kalabalık otobüslerde
Kızılay’dan eve dönerkenki gibi kısacık bir mesafede de, koca arabada geniş
geniş dört kişi Ankara’dan güney sahillerine inerken o korkuç uzun yollarda da
aynı şey. İki istisna hariç; biri 12 saati aşkın sürmüş olan bir Ankara’dan
Çanakkale’ye gidiş (Ayrıntılara girmeyeceğim, ama Hande ve Deniz’in düğününe
direksiyonda Ebru, yanında ben, arkada ise Didem ve halam olacak şekilde dört
kişi yer yer gülerek & söyleyerek, yer yer soğuk terler dökerek &
bildiğiniz korkarak gitmiştik), bir de İstanbul – Ankara arası yolculuklar...
Dün Didem’le Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıktığımızdaki
beklentilerim ile, sonuçta gerçekleşenler arasındaki fark oldukça şaşırtıcıydı.
Biraz yer, biraz içer, belki biraz sohbet eder, sonra da film izleyerek veya
müzik dinleyerek uyuya kalırız diye düşünüyorum. Didem meğer uyumazmış
şehirlerarası otobüste (bunu bilmiyordum; bunca yıl sonra hala gizemli
yanlarımız olması bence çok hoş bir ayrıntı bu arada.) ve ne filmler, ne de
müzik pek de sarmadı onu – sıkıldı. Yolun yarısından sonra, “ergen embesiller”e
bağladık. Kikirdemekten, sağa sola meyvesuyu, vodka, hatta bir seferinde
nerdeyse kahve dökmeye, otobüsteki tanımadığımız insanlara dair yerli yersiz yorumlar
yaparak eğlenmeye kadar her türlü utanç verici eylemi gerçekleştirdik...İstanbul’a varıp, Derya’lara
geldiğimizde, ben resmen yol yorgunuydum. Ama “yol yorgunu” değildim. Şükür Derya genel olarak hayat yorgunuydu, picamalarını falan giymişti, biz de evde oturabildik. Sonra Ebru da geldi - gecenin 02:45'inde ne akla hizmet iki pizza isteyip, üç küsurda da onları yedik... Bir yandan içime oturdu, haftalardır o kadar dikkatliyim ki yediklerim konusunda ve o kadar ciddi spora gidiyorum ki - ve ama bir yandan da o kadar umrumda bile değil, hatta "oh canıma minnet!" ki; biliyorum, burda diyet miyet yalan olacak.
İşte İstanbul böyle başladı.
No comments:
Post a Comment