Sunday 31 March 2013


Yolculuk öncesi, hızlı bir hafta oldu bu... Ve yarın halledilecek bir – iki kalan iş dışında, her şey tamam gibi görünüyor şimdilik. Bunları yazıyorum ama, aklım hala Görkem’lerde... Akşam Sonic’i bir aylığına Görkem’e emanet ederek eve döndüm.


O halinden oldukça memnun görünüyordu ben ayrılırken, ama benim gözüm de kulağım da şimdiden onu arıyor koca evde.  

Thursday 28 March 2013

livingin ankara

Geçenlerde Didem blogunda (http://didem-cigri.blogspot.com/) bir adres paylaşmış: http://livinginankara.tumblr.com/...Çok mutluyum bu insanın var olduğunu öğrendiğim için. 

Friday 22 March 2013

üf...

ve Ankara'ya döndüm Pazartesi akşamı... Döndüğümden bu yana, henüz evde "oturacak zaman" olmadan, bir sürü farkı şeye koşturmam gerekti. Derken bugün, patlak verdi.


DR'ı servise bırakmamız gerekti, bir süre de kalacak anlaşılan. Meğer yokuş aşağı inen bir araç hızla lastiğinize çarparsa, dışarıdan çok fazla hasar gözükmese de, arabanın içi darma duman olabiliyormuş...

Wednesday 13 March 2013

Duvar resminden korkuyorlar

Üniverste yıllarımdan beri bu konuya olan düşkünlüğümü bilmeyenler, büyük olasılıkla beni pek de tanımıyorlar, o yüzden de bu post onlar için hiç bir şey ifade etmeyecektir.


Tuesday 12 March 2013

Seda ile



ayrıca, kahve 6'yı falafel'i için tebrik etmek istiyorum...


Monday 11 March 2013

Muhteşem bir hava...doymak bilmez bir iştah!


Doğum günümde bana İstanbul’a bir gidiş, bir dönüş ve bir adet MİKA bileti alırken bizimkiler büyük olasılıkla konserden bir hafta önce geleceğimi düşünmemişlerdi. İşin aslı ben de düşünmemiştim. Ama Didem Pazar günü İstanbul’a bir Workshop için gideceği konusunda sızlanmak için telefon edince, bir anlığına zihnimde bir ampül yandı. Niye yalnız gitsindi ki?! Ben de giderdim, o dönerdi, ben kalırdım, sonra o yeniden gelirdi, konserden sonra da beraber dönerdik...dahice.

Cumartesi günü gecenin bir yarısı Derya ve Seda’nın evine gelip de, pizzalar göçürmeye başladığımız an, bu küçük kaçamağın özellikle ocaktan bu yana özen gösterdiğim besin alışkanlığım üzerine olumsuz bir etkisi olacağına emin oldum. O anda olmamış olsaydım bile, ertesi sabah oldum. Didem Workshop’a yetişecek diye hızlı bir kahvaltı etmek niyeti ile evden çıktık ama, yine deliler gibi yedik...çok güzeldi herşey – pişman değilim. Aslında Didem’in işi bitinceye kadar Beyoğlu’nda dolanacak, sonra buluşacak ve kimbilir neler yapacaktık. Ancak elbette planlanan biçimde ilerlemedi hiç bir şey. Ki bu iyi bir şey. Aski halde “Ali Bey” ile tanışamazdık.


Ali bey ile kahvaltı sonrasında bizi Karaköy’e götürecek taksisine bindiğimizde tanıştık. Kendisi Rutkay Aziz diksiyonuna sahip olmanın yanı sıra, oldukça iddialı bir İngilizce bilgisine de sahip. Bunları biliyoruz, çünkü aracına bindikten bir kaç dakika sonra telefonunu hoparlöre alarak bir arkadaşını ardı ve arkadaşından telefonu yanındaki "yabancı"ya vermesini rica etti. Termostat konusunda uzun uzun konuştular... Konuşmanın her anında birbirlerinin İngilizce'lerini anladıkları konusunda şüpheliyim, ama yine de – uzun uzun konuştular. Telefonunu kapadıktan sonra:

Neden bilmiyorum ama ben - Termostatlar konusunda uzman mısınız?
Ali Bey - Hayır, kuyumcuyum.
Ortak tepki - ?!
Ali Bey - Gerçi geçenlerde İsrail’li bir tüccara tekne sattım...

Ve böylece Ali Bey bize Fransız Geçidi İş Merkezine kadar bir sürü hiç bir şeye dair, bildiği her şeyi anlatmaya başladı. Fransız Geçidi İş Merkezini çok sevdim. Fransız Geçidi İş Merkezine bayıldım. Fransız Geçidi İş Merkezinde dükkan açmak istiyorum. Mesela "CakeHane" isimli bir küçük pastane... Sanırım ilk kez Karaköy’e gelmiş oldum bu arada ben. Özellikle Karabatak Cafenin tipini çok beğendim, ama o kadar kalabalıktı ki, yer bulmak imkansızdı. Hava da o kadar enfesti ki – içeri tıkılmak söz konusu bile olamazdı. Dışarda bulduğumuz ilk yere oturduk, yine yedik içtik, derken Seda’nın bir arkadaşı da katıldı bize ve saatlerce devam eden muhabbet başlamış oldu. Didem telefon edip de “ben kaçıcam burdan – yanınıza gelicem!!!” diye haykırıncaya kadar da devam etti bu durum.

Derya ile birlikte Didem’i alıp gelmek üzere yola çıkarken, Seda’lar ve sonradan yanımıza gelen Ebru’lar da yemek yiyebileceğimiz bir yere geçiyorlardı... Dikkat çekmek istiyorum: hep yemek hep yemek hep yemek! Ama nedense tüm bu yemekler için gittiğimiz tüm o yerleri beğeniyor, yediklerime bayılıyorum...acıklı.


Şu noktada süpriz olmayacak biliyorum bu açıklama ama, Akın Balık’a da bayıldım. Servis yavaştı ve yanlıştı yer yer, yemekler de yediklerimin “en iyileri” değildi belki, ama umrumda değildi; ortam, çevremdeki insanlar, önümüzdeki yemekler, hava, sohbet – hepsi o kadar güzeldi ki, hepsini o kadar özlemiştim ki!


İyiki erkenden geldim.

Sunday 10 March 2013

ve İstanbul'a vardık.


Hiç hoşlaşmıyorum kara üzerinden araçlar ile yapılan (tren hariç) yolculuklarından. Her şeyden önce, ben bisiklete bile binemem. Ufak bir kız çocuğu olarak dört tekerden üçe geçmeyi başardım, ancak üçten ikiye geçemedim. Denemediğimden veya yeterince özendirilmediğimden de değil üstelik! Beceremedim. Sonra da yenik ancak gururlu bir biçimde uzaklaştım o iki tekerlekli, önünde küçük bir sepeti olan pembe kabusumdan.  


Kara  yolculuklarında (yine tren hariç...trenlere hayranım – vagonda yaşarım) çok sıkılıyorum. Molalardan da haz etmiyorum, çünkü “yolu uzatmak” fikrinden haz etmiyorum. Ayrıca da türlü nedenden ötürü endişeleniyorum molalarda. Seyir halindeki bir aracın içinde sıkılmamak adına gerçekleştirebileceğim çoğu eylem ise sonunda midemin bulanmaya başlamasına sebep oluyor...fenalardayım ben yolda.

İşin aslı, yeni bir şey değil bu. Hatırladım hatırlayalı yol tutar beni. Kalabalık otobüslerde Kızılay’dan eve dönerkenki gibi kısacık bir mesafede de, koca arabada geniş geniş dört kişi Ankara’dan güney sahillerine inerken o korkuç uzun yollarda da aynı şey. İki istisna hariç; biri 12 saati aşkın sürmüş olan bir Ankara’dan Çanakkale’ye gidiş (Ayrıntılara girmeyeceğim, ama Hande ve Deniz’in düğününe direksiyonda Ebru, yanında ben, arkada ise Didem ve halam olacak şekilde dört kişi yer yer gülerek & söyleyerek, yer yer soğuk terler dökerek & bildiğiniz korkarak gitmiştik), bir de İstanbul – Ankara arası yolculuklar...

Dün Didem’le Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıktığımızdaki beklentilerim ile, sonuçta gerçekleşenler arasındaki fark oldukça şaşırtıcıydı. Biraz yer, biraz içer, belki biraz sohbet eder, sonra da film izleyerek veya müzik dinleyerek uyuya kalırız diye düşünüyorum. Didem meğer uyumazmış şehirlerarası otobüste (bunu bilmiyordum; bunca yıl sonra hala gizemli yanlarımız olması bence çok hoş bir ayrıntı bu arada.) ve ne filmler, ne de müzik pek de sarmadı onu – sıkıldı. Yolun yarısından sonra, “ergen embesiller”e bağladık. Kikirdemekten, sağa sola meyvesuyu, vodka, hatta bir seferinde nerdeyse kahve dökmeye, otobüsteki tanımadığımız insanlara dair yerli yersiz yorumlar yaparak eğlenmeye kadar her türlü utanç verici eylemi gerçekleştirdik...İstanbul’a varıp, Derya’lara geldiğimizde, ben resmen yol yorgunuydum. Ama “yol yorgunu” değildim. Şükür Derya genel olarak hayat yorgunuydu, picamalarını falan giymişti, biz de evde oturabildik. Sonra Ebru da geldi - gecenin 02:45'inde ne akla hizmet iki pizza isteyip, üç küsurda da onları yedik... Bir yandan içime oturdu, haftalardır o kadar dikkatliyim ki yediklerim konusunda ve o kadar ciddi spora gidiyorum ki - ve ama bir yandan da o kadar umrumda bile değil, hatta "oh canıma minnet!" ki; biliyorum, burda diyet miyet yalan olacak. 


İşte İstanbul böyle başladı.

Saturday 2 March 2013

süpriz

Aslında "Alık Balık" çok da yersiz bir tanımlama değil bence. En azından benim açımdan öyle. Belki beklentisizliğimden kaynaklı, belki bazı insanların ağazından çıkan her şeyi sorgulamaksızın kabul etmeyi tercih edişimden... Neticede ben doğum günümde çok güzel bir süprizle karşılaştım. 

Arkadaşlarım inanılmaz bir organizasyon, planlama ve örgütlenme örneği sergileyerek, beni hem duygulandırdı, hem de Gaga'nın ortasında ufak çaplı bir çığlık atacak derecede şaşkına çevirdi. Ciddiyim... Gaga'nın ortasında çığlığı bastım. 

Ne kadar teşekkür edersem edeyim, sanki hissettiğim samimi minneti yeterince ortaya koyamazmışım gibi hissetmekten kendimi alamıyorum. Sevgilerini benim bile şüphe edemeyeceğim şekilde bana sunan bu insanlar (yalnızca geceyi benimle geçirenler değil, şahsen yanımda olamayan, ama varlıklarını yine de bana full force hissettirenlerden bahsediyorum) çok zor bir şeyi başardılar; beni bana rağmen sevdiler. Hadi es kaza bu oldu, beni asıl şaşkına çeviren, beni bana rağmen sevmeye devam etmiş olmaları... Üstüne bir de beni bana rağmen mutlu etmeyi başardılar. 



Bu doğum günüm, tartışmasız olarak son on yıldır yaşadığım en güzel doğum günümdü. Biliyorum, kulağa çok çiğ gelecek, ama hiç bir şeyden dolayı olmasa bile, ben hayatımdaki insanlar konusunda gerçekten çok şanslıyım.






Friday 1 March 2013

nep paris'te. mesela.

Biz Ebru ile hiç aynı sınıfta olmadık. Aslında, biz Ebru ile hiç aynı okulda veya dershanede bile olmadık. Hatta büyük olasılıkla, Derya olmasaydı, biz Ebru ile birbirimizin hayatlarında da hiç olmazdık... Onca benzer yan, paralel geçmişlerimiz ve ortak tanıdıklarımıza rağmen üstelik. 

Hayat çok tuhaf. 

Bu olası gerçekliği hayal bile etmek istemiyorum - iyiki etmem gerekmiyor da. Bu yıl tanıştığımızdan yana ilk kez Ebru'suz bir doğum günü kutladım. Paris'e gitmeden, Ankara'ya gelmişti. Ona "yanında bana dair bir şey de götür, doğum günümde beni Paris'e götürmüş olursun - hem biraz da gezdirirsin...?" demiştim; Doğum günümde peşpeşe gelen bu MMS'ler hem yüzümü güldürdü - hem de içimi ısıttı... Merci Ebruşkam!