Sunday 10 March 2013

ve İstanbul'a vardık.


Hiç hoşlaşmıyorum kara üzerinden araçlar ile yapılan (tren hariç) yolculuklarından. Her şeyden önce, ben bisiklete bile binemem. Ufak bir kız çocuğu olarak dört tekerden üçe geçmeyi başardım, ancak üçten ikiye geçemedim. Denemediğimden veya yeterince özendirilmediğimden de değil üstelik! Beceremedim. Sonra da yenik ancak gururlu bir biçimde uzaklaştım o iki tekerlekli, önünde küçük bir sepeti olan pembe kabusumdan.  


Kara  yolculuklarında (yine tren hariç...trenlere hayranım – vagonda yaşarım) çok sıkılıyorum. Molalardan da haz etmiyorum, çünkü “yolu uzatmak” fikrinden haz etmiyorum. Ayrıca da türlü nedenden ötürü endişeleniyorum molalarda. Seyir halindeki bir aracın içinde sıkılmamak adına gerçekleştirebileceğim çoğu eylem ise sonunda midemin bulanmaya başlamasına sebep oluyor...fenalardayım ben yolda.

İşin aslı, yeni bir şey değil bu. Hatırladım hatırlayalı yol tutar beni. Kalabalık otobüslerde Kızılay’dan eve dönerkenki gibi kısacık bir mesafede de, koca arabada geniş geniş dört kişi Ankara’dan güney sahillerine inerken o korkuç uzun yollarda da aynı şey. İki istisna hariç; biri 12 saati aşkın sürmüş olan bir Ankara’dan Çanakkale’ye gidiş (Ayrıntılara girmeyeceğim, ama Hande ve Deniz’in düğününe direksiyonda Ebru, yanında ben, arkada ise Didem ve halam olacak şekilde dört kişi yer yer gülerek & söyleyerek, yer yer soğuk terler dökerek & bildiğiniz korkarak gitmiştik), bir de İstanbul – Ankara arası yolculuklar...

Dün Didem’le Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıktığımızdaki beklentilerim ile, sonuçta gerçekleşenler arasındaki fark oldukça şaşırtıcıydı. Biraz yer, biraz içer, belki biraz sohbet eder, sonra da film izleyerek veya müzik dinleyerek uyuya kalırız diye düşünüyorum. Didem meğer uyumazmış şehirlerarası otobüste (bunu bilmiyordum; bunca yıl sonra hala gizemli yanlarımız olması bence çok hoş bir ayrıntı bu arada.) ve ne filmler, ne de müzik pek de sarmadı onu – sıkıldı. Yolun yarısından sonra, “ergen embesiller”e bağladık. Kikirdemekten, sağa sola meyvesuyu, vodka, hatta bir seferinde nerdeyse kahve dökmeye, otobüsteki tanımadığımız insanlara dair yerli yersiz yorumlar yaparak eğlenmeye kadar her türlü utanç verici eylemi gerçekleştirdik...İstanbul’a varıp, Derya’lara geldiğimizde, ben resmen yol yorgunuydum. Ama “yol yorgunu” değildim. Şükür Derya genel olarak hayat yorgunuydu, picamalarını falan giymişti, biz de evde oturabildik. Sonra Ebru da geldi - gecenin 02:45'inde ne akla hizmet iki pizza isteyip, üç küsurda da onları yedik... Bir yandan içime oturdu, haftalardır o kadar dikkatliyim ki yediklerim konusunda ve o kadar ciddi spora gidiyorum ki - ve ama bir yandan da o kadar umrumda bile değil, hatta "oh canıma minnet!" ki; biliyorum, burda diyet miyet yalan olacak. 


İşte İstanbul böyle başladı.

No comments:

Post a Comment